Kategoriler
Kültür ve Sanat

Mikrobiyota – Ellerini Yıkamadan Yemek Yiyenlere Ne Oluyor?

Temizliğin ardındaki görünmeyen hayatı keşfetmeye hazır mısınız?

Valla hazır değilseniz de çok geç artık çünkü bu yazıyı yazdım, olan oldu. Bu bir bilimsel ya da tıbbi bir yazı değil o yüzden o açıdan değerlendirmeyin ancak dersimi de çalışıp geldim onu da unutmayın. 4/4 ile rekor ortalamayla mezun olmuş biri olarak dersimi çalıştığımdan emin olabilirsiniz. 

Mikrop Korkusunun Evrimi ve Toplumsal Algı

Elini yıkamadan yemek yiyen birini gördüğümüzde içimizden geçen ilk tepki genellikle net olur: “İğrenç.” Temizlik, neredeyse tüm kültürlerde erdem sayılırken, mikrobiyal yaşam da çoğu zaman hastalıkla eş tutulur. Ancak bu refleksin, sandığımız kadar biyolojik değil; büyük oranda kültürel ve sosyolojik olduğunu hiç düşündük mü?

Lavaboda sıraya girdiğimiz bir ortamda hâlâ sıkça gördüğümüz bir davranış var: Lavabodan çıkan ama sabuna dokunmadan, sadece ellerini ıslatarak çıkan bireyler. Sanki musluğun değdiği su, tüm mikropları sihirli bir şekilde yok ediyormuş gibi… Bu davranışın arkasında, görünmek uğruna yapılan temizlik ritüelleri var ama içerikte hijyen yok. Bu tiplerin elinden paketli çikolata bile alınmaz, yenmez.

Pandemiyle birlikte bu durum büyük ölçüde değişti. COVID-19, ellerimizi yıkamanın yalnızca kişisel hijyen değil, toplumsal bir sorumluluk olduğunu da öğretti. Sabunla 20 saniye kuralı, kolonya ritüeli, her yere taşınan el dezenfektanları… Ya McDonalds bile reklam yaptı ya ellerinizi yıkayın diye daha ne desinler. Ama bu yeni hijyen devrimi, mikropların tümünün düşman olduğu gibi hatalı bir anlayışı da beraberinde getirdi.

Mikrobiyota Nedir? Biz Kimle Yaşıyoruz?

Şimdi bizi biz yapan bazı minnak unsurlar var bunlara vücudumuzda yaşayan bakteriler, mantarlar, virüsler ve diğer mikroorganizmaların tümüne mikrobiyota denir. Bunlar sadece bağırsaklarımızda değil; cildimizde, burnumuzda, akciğerimizde, hatta gözümüzde bile yaşar. Bu canlılar, sindirim, bağışıklık, hormon dengesi ve nörolojik işlevlerle yakından ilişkilidir (Lynch & Pedersen, 2016). Yattığın yastıktan, giydiğin çoraba kadar her yerde var bunlar. Hatta şöyle diyim, ter kokusu diyorsunuz ya normalde ter kokan bir sıvı değil senin organizmaların koku yapıyor dostum.

İnsan vücudu, yaklaşık 30 trilyon insan hücresi ve 39 trilyon mikrobiyal hücre barındırır (Sender et al., 2016). Yani mikrop değiliz ama mikroplarla “beraber yaşayan” bir organizmayız. Ve bu yaşam birlikteliği, biz fark etmeden bizim yerimize kararlar alıyor: Ne kadar kilo alacağımızdan tutun, depresyona girip girmeyeceğimize kadar. Hatta sevgili Barış Özcan’ın da bununla ilgili bir videosu var kaynakçaya bırakıcam izleyin kültürlenin biraz. Hatta şöyle diyim çok severek yediğimiz yoğurt gıdası tam bir bakteri çorbasıdır, ama tabi okumazsanız bilmezsiniz böyle şeyleri sonra da Alpercan kardeşiniz anlatmak zorunda kalır böyle ukala ukala.

Hijyen Hipotezi: Fazla Temizlik Hasta Eder mi?

David Strachan’ın 1989 yılında ortaya attığı Hijyen Hipotezi, modern toplumlarda alerjik ve otoimmün hastalıkların artışını açıklamak için öne sürüldü. Temizliğin aşırılığı, çocukların bağışıklık sistemini eğitecek kadar mikroorganizmaya maruz kalamamasına neden oluyor (Strachan, 1989). Sonrasında ne oluyor? Çocuğun gelişim döneminde vücut o organizmalarla karşılaşmadığı için daha zayıf, güçsüz ve dayanıksız oluyor. Sonra diyorsun ki “benim çocuğum da çok narin hemen hasta oluyor” aynen kanka haklısın. Kişi gelişim döneminde ne kadar organizmalara kısıtlı seviyede maruz kalırsa hastalıkları atlatma döneminde bağışıklığının geliştirdiği antikor ve savunma hücreleri o organizma cinslerine ona göre dayanıklılık geliştirir bunun sonucunda da gelecekte narin değil sürekli hasta olmayan dayanıklı bir çocuğun olmuş olur abla.

Örneğin, Batı Avrupa ülkelerinde astım ve alerji oranları, Doğu Avrupa’ya göre çok daha yüksek. Kırsalda, hayvanlarla iç içe büyüyen çocuklar, apartman dairelerinde büyüyen yaşıtlarına göre çok daha dirençli bir bağışıklık sistemine sahip olabiliyor (Rook, 2012). Kuzey ülkelerinde bebekken soğuğa maruz bırakılan bebeklerin büyüdüklerinde daha zor hasta olmalarını da buna örnek verebiliriz ya da sürekli bir hijyen ortamında kimyasallarla temas eden çocukların daha çok alerjik bünyeye sahip olduklarını örnek verebiliriz.

Modern toplumlarda insanlar, mikropların “hiçbir zaman iyi bir şey” olmadığını sanıyor. Oysa biz mikroplarla savaşmak değil, onlarla uyum içinde yaşamak zorundayız. Yoksa nanaylarız.

Kültürel Pratikler ve Mikrop Algısı: Kırsal mı, Kentsel mi?

Toplumdan topluma mikrop algısı değişir. Bazı kültürlerde çocukların toprakta oynaması teşvik edilirken, bazı anneler çocuklarının ellerini her dakika kolonya ile siler. Türkiye’de “Bağışıklığı güçlensin diye üstüne ceket giydirmem” diyen babaannelerle, “Hemen antibiyotik başlayalım” diyen ebeveynler aynı sofrada buluşabilir.

Kırsalda büyüyen bireylerin “biz çamurda büyüdük, bir şey olmadı” sözleri boşuna değil. Bilim de bunu destekliyor. Nature Reviews Immunology dergisinde yayımlanan bir araştırmada, toprakla temas eden çocukların bağışıklık sistemlerinin daha çeşitlenmiş T-hücreleri geliştirdiği gösterilmiş (Rook, 2012).

Şehirli steril yaşam, doğanın sunduğu mikrobiyal zenginliği bastırıyor. Modern hayatın çamaşır sularında boğulan bu mikro dünyası, biz fark etmeden ruhsal ve bedensel sağlığımızı etkiliyor.

Pandemi Dönemi: Temizlik Takıntısından Mikrop Paranoyasına

COVID-19 pandemisi ile birlikte el yıkamak bir halk sağlığı refleksi hâline geldi, kimileri yaptı kimileri yapmadı onu bilemiyoruz maalesef. Bu dönemde doğru sabun kullanımı, temas alanlarının dezenfeksiyonu ve maskeyle birlikte hijyenin önemi konusunda ciddi bir bilinç kazandık. Ancak her alışkanlıkta olduğu gibi burada da uçlara savrulduk. Günde 30 kez ellerini yıkayan bireyler, cildinde egzama ve tahriş gibi sorunlarla karşılaştı.

Pandemi sonrası psikolojide “mikrofobi” (mikrop korkusu) ve “kontaminasyon obsesyonu” gibi kavramlar literatüre yeniden girdi (APA, 2021). Hijyenin gerekliliği başka, paranoyaya dönüşmesi başkadır.

Mikrobiyota ile Nasıl Barışırız?

Mikrobiyal yaşamı dostumuz olarak görmek için:

Gereksiz antibiyotik kullanımından kaçınmalıyız. (Blaser, 2014)

Doğaya daha çok temas etmeliyiz. Çocukların bahçede oynamasına, sokakta koşturmasına izin verin.

Probiyotik ve prebiyotik besinler tüketin. (Yoğurt, kefir, turşu, yulaf, muz, enginar vb.)

Evcil hayvanlarla yaşamak mikrobiyal çeşitlilik açısından faydalıdır.

El yıkamak önemlidir ama takıntı olmamalıdır. Özellikle tuvalet sonrası, yemek öncesi sabunla el yıkamak gereklidir. Ama sabah kalkar kalkmaz lavaboyu çamaşır suyuna boğmak mikrobiyotaya ihanettir.

Ee anlattın Alpercan ama Sonuç: Ellerimizi Yıkayalım, Ama Mikrobiyotayı da Koruyalım

Hijyen hayat kurtarır. Bu bir gerçek. Ama aşırı hijyen, yaşamın görünmeyen dostlarını yok eder. Mikrobiyota, bize zarar vermek için değil; bizi yaşatmak için bizimle birliktedir. Elbette ellerimizi yıkayalım. Ancak bunu gerçekten yıkamak için yapalım; sadece sudan geçirip toplum içinde “temiz görünmek” için değil.

Bir dahaki sefere lavabodan çıkan ama ellerini sadece ıslatıp geçen biri olduğunda ona kızmak yerine, acaba bu davranışın altında hangi sosyolojik ya da kültürel kodlar yatıyor, bunu düşünün ve o kişiden usulca uzaklaşın ama sonra mikrobiyotanıza dönüp şöyle deyin: “Ben seninle barıştım.”

Kaynakça

1. Yong, E. (2016). I Contain Multitudes: The Microbes Within Us and a Grander View of Life. HarperCollins.

2. Blaser, M. J. (2014). Missing Microbes: How the Overuse of Antibiotics Is Fueling Our Modern Plagues. Henry Holt and Company.

3. Strachan, D. P. (1989). Hay fever, hygiene, and household size. BMJ, 299(6710), 1259–1260.

4. Rook, G. A. W. (2012). Hygiene hypothesis and autoimmune diseases. Clinical Reviews in Allergy & Immunology, 42, 5–15.

5. Lynch, S. V., & Pedersen, O. (2016). The Human Intestinal Microbiome in Health and Disease. New England Journal of Medicine, 375(24), 2369–2379.

6. Sender, R., Fuchs, S., & Milo, R. (2016). Revised Estimates for the Number of Human and Bacteria Cells in the Body. PLoS Biology, 14(8), e1002533.

7. American Psychological Association. (2021). COVID-19 pandemic triggers increase in OCD symptoms and contamination fears. APA Monitor on Psychology.

8.Youtube, Barış Özcan, 2022, Vücudumuzun yarısından fazlası insan değil!

Kategoriler
Kültür ve Sanat

Karbon Sıfır ve Karbon Nötr: Gerçekler ve Yanılgılar

Günümüzde hepimizin bildiği üzere iklim değişikliği, hem bireyler hem de şirketler için en önemli gündem maddelerinden biri haline geldi. Özellikle son yıllarda mevsimlerin dünya genelinde düzgün yaşanamaması, buzulların hızlıca erimesi, yangınların ve yıkıcı ani fırtınaların artması bu konunun etkilerini yavaşça gün yüzüne çıkarıyor. Karbon emisyonlarını azaltma konusundaki küresel çabalar giderek artarken, “karbon sıfır” ve “karbon nötr” kavramları sıkça karşımıza çıkıyor. Kimileri bunları iyi bir imaj çizmek için kullanırken kimileri de gerçekten doğayı korumaya çalıştıklarını ve diğer insanların da buna yönelmesini teşvik etmeye uğraşıyor. Ancak bu iki terim, çoğu zaman birbirine karıştırılıyor ve hatta bazı durumlarda bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde manipülasyon amacıyla yanlış kullanılıyor.

Bu yazıda, karbon salınımı kavramını temel alarak “karbon sıfır” ve “karbon nötr” arasındaki farkları ele alacağım ancak terim ve tanımların açıklanmasına çok fazla girmeyeceğim. Ayrıca, bu farkların şirketlerin çevresel taahhütlerini nasıl etkilediğini ve bireylerin bu konuda ne gibi adımlar atabileceğini inceleyeceğim. Paris İklim Anlaşması’nın neden bu kadar önemli olduğunu anlamak adına, ABD’nin bu hafta anlaşmadan çekilme kararının olası etkilerine de tarafsız bir şekilde değineceğim.

Yazının sonunda, hem bireyler hem de kurumlar için uygulanabilir çözüm önerileri sunarak sürdürülebilir bir geleceğe nasıl katkı sağlanabileceğini ortaya koymaya çalışacağım.

Karbon Salınımı Nedir?

Karbon salınımı, hepinizin bildiği üzere genellikle fosil yakıtların yakılması sonucu ortaya çıkan karbondioksit (CO2) gibi sera gazlarını ifade eder. Bu gazlar, atmosferde birikerek dünya yüzeyinde ısı tutulmasına yol açar ve bu durum “sera etkisi” olarak bilinir. Sera etkisi, iklim değişikliğinin temel nedenlerinden biridir.

Bu konuyla ilgili olarak insan faaliyetleri, sanayi devriminden bu yana karbon salınımını dramatik bir şekilde artırmıştır. Elektrik üretimi, ulaşım, tarım ve sanayi faaliyetleri bu artışın başlıca kaynaklarıdır. Bunun sonucunda, dünya genelinde sıcaklıklar yükselmekte, deniz seviyeleri artmakta ve ekstrem hava olayları daha sık yaşanmaktadır.

Paris İklim Anlaşması ve Trump’ın Çekilme Kararı

2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması, karbon salınımlarını azaltarak küresel sıcaklık artışını 1,5 santigrat dereceyle sınırlamayı hedefleyen tarihi bir anlaşmadır. Bu hedef, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak ve gezegenimizi daha yaşanabilir bir hale getirmek için kritik bir eşiktir. Ancak, bu hafta tekrar seçilen ve başkanlık koltuğuna oturan yeni ABD Başkanı Donald Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararı alması, uluslararası çabalara zarar vermiştir. 

Trump, bu anlaşmanın ABD ekonomisine zarar verdiğini ve enerji sektöründeki şirketleri dezavantajlı hale getirdiğini savunmuştur. Ancak, bu kararın uzun vadede küresel çevresel etkileri olumsuz yönde etkilediği düşünülmektedir. ABD’nin çekilmesi, dünya çapındaki karbon azaltım hedeflerini baltalamış ve diğer ülkeler üzerinde ekonomik rekabet baskısı oluşturmuştur.

Karbon Sıfır ve Karbon Nötr: Farklar

Gelelim asıl konumuza “Karbon sıfır”, bir şirketin, ürünün ya da hizmetinin üretimi ve kullanımı sırasında hiçbir şekilde karbon emisyonu oluşturmaması anlamına gelir. Bu, tamamen yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak, enerji verimliliğini maksimize etmek ve karbon emisyonunu kaynağında yok etmek anlamına gelir.

“Karbon nötr” ise, bir şirketin ya da bireyin oluşturduğu karbon emisyonlarını, karbon dengeleme projeleri ile telafi etmesi anlamına gelir. Bu projeler, genellikle ağaç dikimi, yenilenebilir enerji projelerine yatırımlar veya karbon kredisi alımları ile gerçekleştirilir. Ancak bu yaklaşım, karbon emisyonunu gerçek anlamda azaltmaktan ziyade, mevcut emisyonları telafi etmeye odaklanır. Bundan dolayı örneğin 2024 yılında 2023 yılına göre 10 katı karbon salınımı gerçekleştiren herhangi bir şirket, gerçekleştirdiği salınımı telafi edecek kadar da ağaç dikse de ya da yatırımlar gerçekleştirse de gerçekte yarattığı salınımı sıfırlamamış sadece buna karşılık bir aksiyon aldığını dış dünyaya sunmuş oluyor.

Son yıllarda, teknoloji şirketleri soğutma maliyetlerini azaltmak ve karbon salınımını düşürmek için sunucularını deniz altına taşıma projeleri üretmiştir. Ancak, bu uygulama deniz suyunun ısınmasına ve deniz altı ekosisteminde yaşayan canlılara zarar verdiği konusunda eleştirilmektedir. Teknolojik yeniliklerin, sadece ekonomik faydayı değil, ekolojik etkileri de dikkate alacak şekilde planlanması büyük önem taşımaktadır.

Şirketlerin çoğu, “karbon nötr” hedeflerine ulaştıklarını iddia ederek çevresel taahhütlerini abartabilir. Bu, tüketicilerde yanlış bir algı oluşturabilir ve “karbon yıkama” (“greenwashing”) olarak bilinen bir manipülasyona yol açabilir.

Sonuç ve Çözüm Önerileri

Sürdürülebilir bir gelecek için hem bireyler hem de kurumlar önemli rol oynar. Şirketlerin şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine uygun olarak karbon hedeflerini belirlemeleri ve tüketicileri doğru bilgilendirmeleri kritik bir gerekliliktir. Bireyler ise enerji tüketimlerini azaltarak, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelerek ve karbon ayak izlerini düşürecek günlük alışkanlıkları benimseyerek katkı sağlayabilir.

Bill Gates’in İklim Felaketini Nasıl Önleriz kitabında da vurguladığı gibi, küresel karbon emisyonlarının sıfıra indirilebilmesi, teknolojik yeniliklerle desteklenen küresel bir ortak çabayı gerektirir. Aynı zamanda, önde gelen üniversitelerde yayınlanan akademik araştırmalar, karbon azaltımının ekonomik ve toplumsal faydalarını ortaya koymaktadır.

Gezegenimizin geleceği, bugün attığımız adımlara bağlı. Karbon sıfır hedefleri gerçek anlamda benimseyen bireyler ve kurumlar sayesinde, daha temiz ve yaşanabilir bir dünya mümkün olabilir ve unutmayın ki karbon sıfır ile karbon nötr aynı şeyler değil 🙂

Kaynakça

  1. Gates, B. (2021). İklim Felaketini Nasıl Önleriz?. Doğan Kitap.
  2. Intergovernmental Panel on Climate Change (IPCC) Raporları.
  3. Harvard University, Climate Change Studies (Akademik Makaleler).
  4. Oxford University, Environmental Research Letters (Araştırmalar).
  5. World Resources Institute (WRI) Yayınları.
Kategoriler
Kültür ve Sanat

Aç mısınız yoksa sevgisiz misiniz?

“Ya Alpercan, ne açlığı, ne sevgisizliği, ne alaka?” diyebilirsiniz. Ancak konu göründüğünden çok daha derin. Eğer bu yazıyı akademik bir makale diliyle yazsaydım, muhtemelen siz de okumaktan sıkılırdınız. O yüzden, bu konuyu daha samimi bir dille ele almam gerektiğini düşünüyorum, çünkü bu mesele hepimizin hem sağlığını hem de kültürünü etkileyen önemli bir konu.

Eğer bu yazıyı 40-50 yaşında bir birey olarak yazsaydım, muhtemelen “… çocuklarımızın geleceği için…” diye bir ekleme yapardım. Ancak çok şükür ki gencim, çıtırım ve 20’li yaşlardayım; bu yüzden bilmiş bilmiş konuşmaya gerek yok. Yazılarımı ister bir safsata olarak değerlendirin (ki burada kısa bir not düşeyim: Safsatanın ne olduğunu biliyorsanız, teknik olarak uzun bir yazı zaten safsata olamaz), ister uzun bir deneme ya da makale olarak nitelendirin. Ama unutmayın ki yazılarımı kaynaklar göstererek ve bilimsel bir çerçeveye sadık kalarak, sadece kendi tarzım ve dilimle yazıyorum.

Şimdi asıl konuya gelelim: Yemek yeme, insanlık tarihinin başından bu yana temel bir ihtiyaç olarak varlığını sürdürmüş olsa da, modern çağda bu alışkanlıklar çok farklı boyutlara taşındı. Yemek, artık sadece bir karın doyurma aracı değil; aynı zamanda bir kültürel ifade, sosyal statü göstergesi ve hatta duygusal bir kaçış yolu haline geldi. Geçmişte “ah yavrum biz yokluk gördük, yağ kuyruğuna girdik” diyenlerin torunları, bugün “hangi pub’da yeni hangi kokteyli deneyelim” veya “hangi kafe’de yeni bilmem nerenin tatlısını/çikolatasını yiyelim” diye kafa patlatıyor.

Bu değişim, yemek yeme davranışlarımızın ardındaki motivasyonları ve bu motivasyonların bireylerin hayatlarını nasıl şekillendirdiğini anlamayı zorlaştırıyor. Bir tarafta, yemeği bir sanat ve entelektüel bir yolculuk olarak gören gurme bireyler var. Diğer tarafta ise, duygusal tetikleyicilerin etkisiyle sağlıksız yeme alışkanlıklarına yönelen duygusal yiyiciler bulunuyor. Sosyal medyanın bu iki grup üzerindeki etkisi ise denklemi daha da karmaşık hale getiriyor.

Bu makalede, bu iki zıt kutup arasında bir yolculuğa çıkıyoruz. Kemerlerinizi bağlayın! Gözleriniz yorulursa karanlık modu açmayı da unutmayın; siteye onu da ekledim. Bir zahmet okuyup bakış açınızı genişletin. (Bu arada, böyle ukala cümleler kurduğumda bilin ki tamamen mizahi bir havada yazıyorum. Yakın çevrem bunun değerlerle dalga geçmek değil, işin biraz goygoyuna kaçmak olduğunu anlar.)

Yemek: Kültürel Bir Yolculuk mu, Psikolojik Bir Kaçış mı?

Yemek, tarih boyunca bir topluluğun kimliğini, kültürünü ve hatta sosyal statüsünü yansıttı. Özellikle “gurme” olarak tanımlanan bireyler, yemek yemeye bir sanat olarak yaklaşır. Gurme kişiler için yemeğin hazırlanışı, malzeme kalitesi, sunumu ve lezzeti bir bütünlük içinde değerlendirilir. Örneğin, bir gurme, özgün bir tat deneyimi için başka bir ülkeye seyahat etmekten çekinmez.

Ancak burada bir parantez açmam gerekiyor: Bahsettiğim gurmelik, Instagram’da birkaç story atıp çevresine hava atan kişilerin pratiği değil. Fransa’ya gidip, malum kafede kahverengi olmuş, fazla pişmiş bir antrikotu gözümüze sokanlar; “bakın buradayım” dercesine bilmem ne tatlısını 10 farklı açıdan çekip paylaşanlar; ne taşını ne toprağını, ne kültürünü bilmeden iki gün içinde koskoca bir ülkenin tarihini “bitirdiğini” zannedenler… İşte bu kişileri kapsamıyorum.

Dahası, oradaki kültürel zevkleri deneyimlemek yerine, “Five Guys” gibi uluslararası fast food zincirlerinde yemek yiyen ve bunu övgüyle anlatanlara ayrı bir parantez açmak gerek. “Ya Five Guys’a gittik, 1 Euro’ya sınırsız kola dolduruyorsun, fıstık da sınırsız biliyor musun?” gibi cümleleri dinlemek zorunda kalmak, entelektüel damak zevkine sahip bir birey için bir tür işkenceye dönüşebilir. Şahsen, öyle sincaplar gibi fıstıkla uğraşacak sabrım yok. Benim keyfim, entelektüel ve nitelikli bir deneyimden geçiyor.

Şimdi, bu bahsettiğim gurmelik gerçekten havalı bir şey. Ancak gurmelik ile gurmanlık arasındaki fark burada devreye giriyor. Gurme, yemekleri seçerken kaliteyi ve deneyimi ön planda tutar; gurman ise yemek yemenin verdiği keyfe odaklanır. Gurmelik, daha titiz ve nitelikli bir seçicilik gerektirirken; gurmanlık yemeği bir tutku haline getirir.

Her iki yaklaşım da yemek yeme davranışlarını şekillendirir. Ancak sosyal medya, bu süreçte hem gurmeleri hem de gurmanları etkileyen büyük bir faktör haline geldi. Yemek yeme alışkanlıklarımızın bir sanat mı, bir keyif mi, yoksa bir trend mi olduğu, büyük ölçüde bu etkilerle şekilleniyor.

Duygusal Yiyicilik: Duygusal Açlık ve Yeme Alışkanlıkları

Yemek yeme alışkanlıklarının bir diğer boyutu ise duygusal yönüdür. Duygusal yiyicilik, kişinin stres, üzüntü, yalnızlık veya can sıkıntısı gibi olumsuz duygularla başa çıkmak için yemek yemeyi tercih ettiği bir davranış biçimidir. Burada bahsettiğimiz şey, fiziksel açlık değil; tamamen duygusal açlık. Ve maalesef bu durum, genellikle sağlıksız yiyecek tüketimine yol açar.

Bir düşünün, bu tür davranışlar hayatınızın hangi dönemlerinde ortaya çıktı? Belki aşağıdaki örneklerden biri size tanıdık gelebilir:

  • İş yerinde zor bir gün geçiren biri, akşam eve döndüğünde kendini rahatlatmak için bir kutu dondurma yer.
  • Yoğun stresle boğuşan veya mobbinge uğrayan bir çalışan, ilk molasında soluğu sigara ve kahve ikilisinde alır.
  • Sosyal izolasyon hissi yaşayan bir kişi, bu boşluğu doldurmak için sürekli abur cubura yönelir.
  • Moral bozukluğu veya depresyon yaşayan bir birey, hamburger ve patates kızartması gibi yüksek kalorili yiyeceklerle kendini “ödüllendirir.”

Duygusal yiyicilik, kısa vadede bir rahatlama hissi sağlasa da, uzun vadede ciddi sorunlara yol açabilir. Obezite, düşük özsaygı ve depresyon, bu tür alışkanlıkların en yaygın sonuçları arasında yer alır. Kısacası, dondurma veya hamburger geçici bir çözüm olabilir; ancak duygusal yüklerinizi kalıcı olarak hafifletmez.

Duygusal yiyiciliğin daha da karmaşık hale gelmesinin bir sebebi de, bu davranışın çoğu zaman farkında olmadan gerçekleşmesidir. Stresli bir günün sonunda “hak edilmiş bir ödül” gibi görünen bir yiyecek, aslında kendinizi daha kötü hissetmenize neden olabilir. Bu döngüyü kırmak, hem duygusal hem de fiziksel sağlığınızı korumak için büyük bir adım olabilir.

Sosyal Medya ve “Çoğunluğun Doğruluğu” Yanılgısı

Günümüzde, elinizde hala eski bir Nokia 3310 yoksa, internete erişiminiz vardır ve az çok bilgiye ulaşmanız kolaydır. Hatta ilgilenmeseniz bile, mutlaka bir yerlerden kulağınıza çalınan bir kavram var: “çoğunluğun doğruluğu.” Bu kavramın doğru mu, yanlış mı olduğunu burada tartışmayacağım; çünkü bu oldukça geniş ve felsefi bir konu. Ancak tartışmasız bir gerçek var: Sosyal medya, yemek yeme alışkanlıklarımızı ve tercihlerimizi etkileyen en güçlü araçlardan biri haline geldi.

Son dönemdeki Dubai çikolatası furyası, bu durumun canlı bir örneği. Instagram ve TikTok gibi platformlarda paylaşılan yiyecek trendleri, popüler restoranlar ve influencer içerikleri, bireylerin damak zevklerini kendi ihtiyaçlarından uzaklaştırabiliyor. Örneğin, “viral” hale gelen bir milkshake, çikolata, sarımsaklı ekmek ya da popüler bir kahvaltı mekanı, lezzet açısından herkesin beklentilerini karşılamayabilir. Çünkü unutmayalım, herkesin damak zevki farklıdır.

Ancak sosyal medya kullanıcıları arasında hızla yayılan “kaçırma korkusu” (FOMO), bireyleri bu mekanlara yönelmeye teşvik eder. Birçok kişi, arkadaşını, sevgilisini ya da flörtünü alıp, 36 ay kredi taksidiyle aldığı telefonuyla “o mekana” gider ve sosyal medyada bunu paylaşır. Bu durum, “çoğunluğun doğruluğu” yanılgısını güçlendirir. İnsanlar, bir şeyin popüler olmasının onun kaliteli olduğu anlamına geldiğini varsayar.

Ne yazık ki, bu varsayım genellikle hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Sosyal medya trendlerine kapılarak yapılan tercihler, bireylerin kendi zevklerinden ve damak tatlarından uzaklaşmasına neden olur. Dahası, yemek yalnızca bir ihtiyaçtan ibaret olmaktan çıkar; sosyal statüyü ifade eden bir sembole dönüşür. Yemek, “ben buradaydım” demenin bir yolu haline gelir ve bu süreçte yemeğin gerçek anlamı kaybolur.

Çözüm Yolları: Terapi ve Farkındalık

Duygusal yiyicilik ve sosyal medya etkisiyle başa çıkmanın en etkili yollarından biri farkındalık geliştirmektir. Bu farkındalığın birinci adımı, davranışlarımızın ardındaki duygusal tetikleyicileri tanımaktır. İşte burada, özellikle bilişsel davranışçı terapi (BDT) ve şema terapi devreye girer. Bu terapi yöntemleri, bireylerin duygusal tetikleyicilerini anlamalarına ve bu tetikleyicilerle sağlıklı başa çıkma mekanizmaları geliştirmelerine yardımcı olur.

Ancak sadece terapiyle sınırlı kalmayıp, günlük yaşamda da eleştirel bir bakış açısını benimsemek büyük önem taşır. Sosyal medyada karşımıza çıkan trendleri sorgulamak, bu trendlerin bizim için gerçekten anlamlı olup olmadığını değerlendirmek, bireylerin kendi ihtiyaçlarını daha iyi anlamalarını sağlar. “Herkes gidiyor, ben de gitmeliyim” fikrinden uzaklaşarak, “Benim gerçekten neye ihtiyacım var?” sorusunu sormak, bu farkındalık yolculuğunun kilit noktasıdır.

Bireylerin sosyal medya tarafından dayatılan yemek kültürüne kapılmadan, kendi damak zevklerini ve yeme alışkanlıklarını keşfetmeleri oldukça önemlidir. Unutmayın, yemek yalnızca bir ihtiyaç değil; aynı zamanda bir keyif, bir kültür ve bir deneyimdir.

Eğer hayattan keyif almak istiyorsanız, bu farkındalıklara ulaşmaya çalışmak, kendinize değer vermek ve değer katmak için çaba harcamalısınız. Telefon ve tableti bir kenara bırakıp (ve tabi mümkünse poponuzu kaldırıp), dışarıda bir yürüyüş yapmak bile bu sürecin başlangıcı için harika bir adımdır. Bu küçük değişiklikler, yalnızca yemekle olan ilişkinizi değil, genel yaşam kalitenizi de olumlu yönde etkileyebilir.

Sonuç: Hayatın Lezzetini Çıkarın

Yemek yeme alışkanlıklarımız, yalnızca bireysel tercihlerimizin değil; aynı zamanda toplumsal eğilimlerin ve duygusal tetikleyicilerin bir yansımasıdır. Bu nedenle, yemeğe olan yaklaşımımızın bizi ele geçirmesine izin vermemeliyiz. Yemek yeme davranışını, bir sosyal onay aracı ya da duygusal bir kaçış yöntemi olarak görmek yerine, bir kültürel zenginlik, bir keyif ve bir deneyim olarak değerlendirmeliyiz.

Burada asıl önemli olan, yemekle olan ilişkinizi sorgulamaktır: Gerçekten aç mısınız, yoksa sevgisizliğinizi mi bastırıyorsunuz? Hayatta gerçekten neyin peşindesiniz? Lezzetli bir şekilde fiziksel açlığınızı gidermek mi, yoksa duygusal boşluklarınızı doldurmaya çalışmak mı?

Cevap ne olursa olsun, farkındalık her şeyin başlangıcıdır. Yemek, yalnızca bir ihtiyaç değil; aynı zamanda hayatın lezzetini çıkarmanın bir yoludur. Ama bu yolculuk, kendinizi tanımaktan ve ihtiyaçlarınızı doğru anlamaktan geçer. O yüzden, hem damak zevkinize hem de ruhunuza iyi gelen seçimler yapmaya çalışın.

Kaynakça

  1. Ng, Christina C. ve Davis, Sarah S. (2013). Emotional Eating: A Review of the Literature. Clinical Psychology Review.
    • Duygusal yiyiciliğin nedenleri ve etkileri üzerine kapsamlı bir inceleme.
  2. Adam, Tanja C. ve Epel, Elissa S. (2007). The Role of Stress in Eating Behavior and Food Cravings. Appetite.
    • Stresin yeme alışkanlıkları üzerindeki etkilerini ele alan bilimsel bir çalışma.
  3. Symons, Michael. (2004). Gourmet or Gourmand? Understanding the Distinction. Gastronomica: The Journal of Critical Food Studies.
    • Gurme ve gurman kavramlarının kökenleri ve aralarındaki farkları tartışan bir makale.
  4. Daubenmier, Jennifer S. ve ark. (2016). Mindful Eating as a Treatment for Binge Eating Disorder: A Systematic Review. Journal of Eating Disorders.
    • Tıkınırcasına yeme bozukluğuna karşı farkındalık temelli yeme yöntemlerinin etkisini değerlendiren sistematik bir inceleme.
  5. Milor, Vedat. (2020). Hesap Lütfen.

• • Yemek kültürü ve gastronomi üzerine mizahi bir üslupla yazılmış, düşündürücü bir kitap.