Kategoriler
Kültür ve Sanat

Mikrobiyota – Ellerini Yıkamadan Yemek Yiyenlere Ne Oluyor?

Temizliğin ardındaki görünmeyen hayatı keşfetmeye hazır mısınız?

Valla hazır değilseniz de çok geç artık çünkü bu yazıyı yazdım, olan oldu. Bu bir bilimsel ya da tıbbi bir yazı değil o yüzden o açıdan değerlendirmeyin ancak dersimi de çalışıp geldim onu da unutmayın. 4/4 ile rekor ortalamayla mezun olmuş biri olarak dersimi çalıştığımdan emin olabilirsiniz. 

Mikrop Korkusunun Evrimi ve Toplumsal Algı

Elini yıkamadan yemek yiyen birini gördüğümüzde içimizden geçen ilk tepki genellikle net olur: “İğrenç.” Temizlik, neredeyse tüm kültürlerde erdem sayılırken, mikrobiyal yaşam da çoğu zaman hastalıkla eş tutulur. Ancak bu refleksin, sandığımız kadar biyolojik değil; büyük oranda kültürel ve sosyolojik olduğunu hiç düşündük mü?

Lavaboda sıraya girdiğimiz bir ortamda hâlâ sıkça gördüğümüz bir davranış var: Lavabodan çıkan ama sabuna dokunmadan, sadece ellerini ıslatarak çıkan bireyler. Sanki musluğun değdiği su, tüm mikropları sihirli bir şekilde yok ediyormuş gibi… Bu davranışın arkasında, görünmek uğruna yapılan temizlik ritüelleri var ama içerikte hijyen yok. Bu tiplerin elinden paketli çikolata bile alınmaz, yenmez.

Pandemiyle birlikte bu durum büyük ölçüde değişti. COVID-19, ellerimizi yıkamanın yalnızca kişisel hijyen değil, toplumsal bir sorumluluk olduğunu da öğretti. Sabunla 20 saniye kuralı, kolonya ritüeli, her yere taşınan el dezenfektanları… Ya McDonalds bile reklam yaptı ya ellerinizi yıkayın diye daha ne desinler. Ama bu yeni hijyen devrimi, mikropların tümünün düşman olduğu gibi hatalı bir anlayışı da beraberinde getirdi.

Mikrobiyota Nedir? Biz Kimle Yaşıyoruz?

Şimdi bizi biz yapan bazı minnak unsurlar var bunlara vücudumuzda yaşayan bakteriler, mantarlar, virüsler ve diğer mikroorganizmaların tümüne mikrobiyota denir. Bunlar sadece bağırsaklarımızda değil; cildimizde, burnumuzda, akciğerimizde, hatta gözümüzde bile yaşar. Bu canlılar, sindirim, bağışıklık, hormon dengesi ve nörolojik işlevlerle yakından ilişkilidir (Lynch & Pedersen, 2016). Yattığın yastıktan, giydiğin çoraba kadar her yerde var bunlar. Hatta şöyle diyim, ter kokusu diyorsunuz ya normalde ter kokan bir sıvı değil senin organizmaların koku yapıyor dostum.

İnsan vücudu, yaklaşık 30 trilyon insan hücresi ve 39 trilyon mikrobiyal hücre barındırır (Sender et al., 2016). Yani mikrop değiliz ama mikroplarla “beraber yaşayan” bir organizmayız. Ve bu yaşam birlikteliği, biz fark etmeden bizim yerimize kararlar alıyor: Ne kadar kilo alacağımızdan tutun, depresyona girip girmeyeceğimize kadar. Hatta sevgili Barış Özcan’ın da bununla ilgili bir videosu var kaynakçaya bırakıcam izleyin kültürlenin biraz. Hatta şöyle diyim çok severek yediğimiz yoğurt gıdası tam bir bakteri çorbasıdır, ama tabi okumazsanız bilmezsiniz böyle şeyleri sonra da Alpercan kardeşiniz anlatmak zorunda kalır böyle ukala ukala.

Hijyen Hipotezi: Fazla Temizlik Hasta Eder mi?

David Strachan’ın 1989 yılında ortaya attığı Hijyen Hipotezi, modern toplumlarda alerjik ve otoimmün hastalıkların artışını açıklamak için öne sürüldü. Temizliğin aşırılığı, çocukların bağışıklık sistemini eğitecek kadar mikroorganizmaya maruz kalamamasına neden oluyor (Strachan, 1989). Sonrasında ne oluyor? Çocuğun gelişim döneminde vücut o organizmalarla karşılaşmadığı için daha zayıf, güçsüz ve dayanıksız oluyor. Sonra diyorsun ki “benim çocuğum da çok narin hemen hasta oluyor” aynen kanka haklısın. Kişi gelişim döneminde ne kadar organizmalara kısıtlı seviyede maruz kalırsa hastalıkları atlatma döneminde bağışıklığının geliştirdiği antikor ve savunma hücreleri o organizma cinslerine ona göre dayanıklılık geliştirir bunun sonucunda da gelecekte narin değil sürekli hasta olmayan dayanıklı bir çocuğun olmuş olur abla.

Örneğin, Batı Avrupa ülkelerinde astım ve alerji oranları, Doğu Avrupa’ya göre çok daha yüksek. Kırsalda, hayvanlarla iç içe büyüyen çocuklar, apartman dairelerinde büyüyen yaşıtlarına göre çok daha dirençli bir bağışıklık sistemine sahip olabiliyor (Rook, 2012). Kuzey ülkelerinde bebekken soğuğa maruz bırakılan bebeklerin büyüdüklerinde daha zor hasta olmalarını da buna örnek verebiliriz ya da sürekli bir hijyen ortamında kimyasallarla temas eden çocukların daha çok alerjik bünyeye sahip olduklarını örnek verebiliriz.

Modern toplumlarda insanlar, mikropların “hiçbir zaman iyi bir şey” olmadığını sanıyor. Oysa biz mikroplarla savaşmak değil, onlarla uyum içinde yaşamak zorundayız. Yoksa nanaylarız.

Kültürel Pratikler ve Mikrop Algısı: Kırsal mı, Kentsel mi?

Toplumdan topluma mikrop algısı değişir. Bazı kültürlerde çocukların toprakta oynaması teşvik edilirken, bazı anneler çocuklarının ellerini her dakika kolonya ile siler. Türkiye’de “Bağışıklığı güçlensin diye üstüne ceket giydirmem” diyen babaannelerle, “Hemen antibiyotik başlayalım” diyen ebeveynler aynı sofrada buluşabilir.

Kırsalda büyüyen bireylerin “biz çamurda büyüdük, bir şey olmadı” sözleri boşuna değil. Bilim de bunu destekliyor. Nature Reviews Immunology dergisinde yayımlanan bir araştırmada, toprakla temas eden çocukların bağışıklık sistemlerinin daha çeşitlenmiş T-hücreleri geliştirdiği gösterilmiş (Rook, 2012).

Şehirli steril yaşam, doğanın sunduğu mikrobiyal zenginliği bastırıyor. Modern hayatın çamaşır sularında boğulan bu mikro dünyası, biz fark etmeden ruhsal ve bedensel sağlığımızı etkiliyor.

Pandemi Dönemi: Temizlik Takıntısından Mikrop Paranoyasına

COVID-19 pandemisi ile birlikte el yıkamak bir halk sağlığı refleksi hâline geldi, kimileri yaptı kimileri yapmadı onu bilemiyoruz maalesef. Bu dönemde doğru sabun kullanımı, temas alanlarının dezenfeksiyonu ve maskeyle birlikte hijyenin önemi konusunda ciddi bir bilinç kazandık. Ancak her alışkanlıkta olduğu gibi burada da uçlara savrulduk. Günde 30 kez ellerini yıkayan bireyler, cildinde egzama ve tahriş gibi sorunlarla karşılaştı.

Pandemi sonrası psikolojide “mikrofobi” (mikrop korkusu) ve “kontaminasyon obsesyonu” gibi kavramlar literatüre yeniden girdi (APA, 2021). Hijyenin gerekliliği başka, paranoyaya dönüşmesi başkadır.

Mikrobiyota ile Nasıl Barışırız?

Mikrobiyal yaşamı dostumuz olarak görmek için:

Gereksiz antibiyotik kullanımından kaçınmalıyız. (Blaser, 2014)

Doğaya daha çok temas etmeliyiz. Çocukların bahçede oynamasına, sokakta koşturmasına izin verin.

Probiyotik ve prebiyotik besinler tüketin. (Yoğurt, kefir, turşu, yulaf, muz, enginar vb.)

Evcil hayvanlarla yaşamak mikrobiyal çeşitlilik açısından faydalıdır.

El yıkamak önemlidir ama takıntı olmamalıdır. Özellikle tuvalet sonrası, yemek öncesi sabunla el yıkamak gereklidir. Ama sabah kalkar kalkmaz lavaboyu çamaşır suyuna boğmak mikrobiyotaya ihanettir.

Ee anlattın Alpercan ama Sonuç: Ellerimizi Yıkayalım, Ama Mikrobiyotayı da Koruyalım

Hijyen hayat kurtarır. Bu bir gerçek. Ama aşırı hijyen, yaşamın görünmeyen dostlarını yok eder. Mikrobiyota, bize zarar vermek için değil; bizi yaşatmak için bizimle birliktedir. Elbette ellerimizi yıkayalım. Ancak bunu gerçekten yıkamak için yapalım; sadece sudan geçirip toplum içinde “temiz görünmek” için değil.

Bir dahaki sefere lavabodan çıkan ama ellerini sadece ıslatıp geçen biri olduğunda ona kızmak yerine, acaba bu davranışın altında hangi sosyolojik ya da kültürel kodlar yatıyor, bunu düşünün ve o kişiden usulca uzaklaşın ama sonra mikrobiyotanıza dönüp şöyle deyin: “Ben seninle barıştım.”

Kaynakça

1. Yong, E. (2016). I Contain Multitudes: The Microbes Within Us and a Grander View of Life. HarperCollins.

2. Blaser, M. J. (2014). Missing Microbes: How the Overuse of Antibiotics Is Fueling Our Modern Plagues. Henry Holt and Company.

3. Strachan, D. P. (1989). Hay fever, hygiene, and household size. BMJ, 299(6710), 1259–1260.

4. Rook, G. A. W. (2012). Hygiene hypothesis and autoimmune diseases. Clinical Reviews in Allergy & Immunology, 42, 5–15.

5. Lynch, S. V., & Pedersen, O. (2016). The Human Intestinal Microbiome in Health and Disease. New England Journal of Medicine, 375(24), 2369–2379.

6. Sender, R., Fuchs, S., & Milo, R. (2016). Revised Estimates for the Number of Human and Bacteria Cells in the Body. PLoS Biology, 14(8), e1002533.

7. American Psychological Association. (2021). COVID-19 pandemic triggers increase in OCD symptoms and contamination fears. APA Monitor on Psychology.

8.Youtube, Barış Özcan, 2022, Vücudumuzun yarısından fazlası insan değil!

Kategoriler
Teknoloji ve Yazılım

Büyüyemeyenlerin Hikayesi, Oyuncak Hikayesi

Büyümek hepimiz için—ancak büyüdüğümüzde anlayacağımız üzere—gayet kötü bir şey. İsyankâr bir ergen için bir an önce ulaşılmak istenen bir hedefken, kültürel ve entelektüel imkanlardan yoksun ailelerde büyüyen bireyler için sadece 18 yaşına gelip ehliyet alma hayalidir. Ama bir de şu var ki, “büyümek” denildiğinde çoğumuzun aklına sorumluluklar, ciddiyet ve sistemin çarklarına entegre olmak gelir. Oysa bazıları için büyümemek, bir direniş biçimidir. Walter Isaacson’un Jobs biyografisindeki “Oyuncak Hikayesi” bölümü, bu direnişin teknolojiyle nasıl birleşip devrimsel bir yaratıcılığa dönüştüğünü anlatır. Steve Jobs’un Pixar’la olan bağı ve Toy Story’nin yaratım süreci, çocukluk heveslerinin sadece nostaljik bir duygu olmadığını, aynı zamanda teknolojik inovasyonun temelini oluşturduğunu gösterir. Bizim kuşak tüplü televizyonlarla büyümüş olabilir, bizden öncekiler ise radyo tiyatroları ve çizgi romanlarla… Ama devrimleri yapan, işte bu hayal gücünü kaybetmeyen jenerasyonlardı.

Çocukluk Merakı, Yetişkin İnovasyonu

Isaacson, Jobs’un çocuk kalabilen nadir kişilerden biri olduğunu vurgular. Jobs, Pixar’ı yalnızca bir animasyon stüdyosu değil, hayal gücünün dijital dünyayla birleştiği bir laboratuvar olarak görüyordu. Toy Story’nin başarısı da bunun en somut örneklerinden biridir. Jobs’a göre oyuncaklar birer nesne değil, duygusal bağ kurulan ve hayal gücünü tetikleyen varlıklardı.

Görüyorsunuz, adamı yalnızca Apple ile özdeşleştirip “soğuk bir girişimci” gibi görebilirsiniz; ama kendi çocuğunu reddetmesine rağmen bilgisayarına kızının adını vermesi ya da oyuncaklara bile anlam yüklemesi, içinde güçlü bir duygusal dünya barındırdığını gösteriyor.

Bu yaklaşım yalnızca duygusal değil, bilimsel olarak da destekleniyor. MIT Technology Review’da yayımlanan The Role of Play in Innovation makalesi, oyun ve oyunlaştırılmış düşüncenin problem çözme yeteneğini nasıl artırdığını ortaya koyuyor. Günümüzde pek çok üniversitenin mühendislik ve yönetim bölümlerinde oyun teorisi, proje yönetimi gibi derslerin müfredata dahil edilmesi bu farkındalığın sonucudur. Benzer şekilde Stanford Üniversitesi’nden Childlike Curiosity and Technological Advancement başlıklı tez, çocuksu merakın teknolojik sıçramalardaki etkisini detaylandırıyor. Harvard Business Review’daki Imagination and Creativity in Technological Development makalesi ise yaratıcı liderlerin ortak özelliğinin, çocukluk hayallerine sadık kalmak olduğunu vurguluyor. Bir zahmet açın, okuyun—her şeyi de ben anlatamam! 🙂

Oyuncakların İçindeki Kod: Toy Story ve Pixar

Toy Story yalnızca animasyon sinemasında bir devrim yaratmadı; aynı zamanda teknolojinin duygularla buluşabileceğini de kanıtladı. Pixar ekibi, her karakterin kodlamasını yaparken onları yalnızca hareket eden varlıklar değil, hisseden bireyler gibi tasarladı. Bu süreçte Jobs’un teknik vizyonu kadar, çocukluk anılarına olan bağlılığı da büyük rol oynadı. Bu vizyon, çocuksu heveslerin nasıl teknolojik üretime dönüştüğünün bir göstergesi.

Cambridge Üniversitesi tarafından yayımlanan The Impact of Playfulness on Problem Solving araştırması, bu tür yaklaşımların bilişsel esnekliği ve çözüm üretme kapasitesini geliştirdiğini gösteriyor. Bu da Pixar gibi yaratıcı stüdyoların neden sürekli yenilikçi ürünler çıkarabildiğini bilimsel olarak destekliyor.

Kodla Büyüyenler: Kan, Ter ve Pikseller

Jason Schreier’in Kan, Ter ve Pikseller kitabı da çocukluk tutkularının profesyonel dünyaya nasıl taşındığını anlatan önemli bir kaynak. Kitapta birçok oyun geliştiricisinin, çocukluklarında hayal ettikleri dünyaları yetişkinliklerinde kodlarla inşa ettikleri anlatılır. Bu da gösteriyor ki, büyümemek yalnızca bir duygu değil; yaratıcı süreçleri besleyen bir yöntemdir.

University of California, Berkeley’de yazılmış The Correlation Between Early Play and Technological Creativity tezi de bu görüşü destekliyor. Bu tez, erken yaşta oyunla iç içe olan bireylerin, yetişkinlikte daha yenilikçi teknolojik çözümler üretebildiğini gösteriyor. Ne var ki günümüzde bazı ebeveynler her şeyi çok iyi bildiklerini sanarak eğitimdeki istismarlara kolayca kanıyorlar. “Çocuğumuz şu oyunu oynamasın, bu dijital içerikle zaman kaybetmesin” diyorlar ama iki yıl öncesine kadar o çocuğun elinden tableti ayırmamışlardı. Aynı ebeveynler, çocuklarına basit seviyede yazılım eğitimi aldırmak için milyonlarca lira harcayıp özel kolejlerin peşinden koşuyor. Oysa algoritma mantığını anlamak için bazen sadece çay demlemeyi öğreten bir babaanne yeterlidir.

Büyümemek Bir Kusur Değil, Bir Güçtür

IEEE Spectrum’da yayımlanan Nurturing Innovation Through Play makalesi, çocuksuluğun bastırılması yerine teşvik edilmesinin teknoloji dünyasında liderlik kabiliyetini artırdığını belirtiyor. Scientific American’da yayımlanan The Science of Play: How It Shapes the Brain ise oyun temelli düşünmenin sinirsel gelişim üzerindeki etkilerini bilimsel olarak ortaya koyuyor.

Tüm bu bilgiler ışığında, “büyüyememek” bir kusur değil, inovasyonun yakıtıdır. Steve Jobs’un Pixar’da kurduğu yaratıcı evren, bu bakış açısının bir yansımasıdır. Oyun, oyuncaklar ve çocukluk anıları, teknolojinin soğuk yüzünü ısıtmakla kalmaz; ona bir ruh kazandırır. Bu yüzden, çocuksu heveslerinizi kaybetmeyin. Çünkü geleceği şekillendirenler, büyümeyi reddedenlerdir.

Unutmayın ki büyümek de çocuksu olmak da normaldir. Bazen en içten ve samimi fikirler, çocuksu gibi görünen heveslerden doğar.

Kaynakça

  • Isaacson, Walter. Steve Jobs, 2011.
  • Schreier, Jason. Kan, Ter ve Pikseller, İthaki Yayınları.
  • MIT Technology Review, The Role of Play in Innovation
  • Stanford University, Childlike Curiosity and Technological Advancement (tez)
  • Harvard Business Review, Imagination and Creativity in Technological Development
  • University of Cambridge, The Impact of Playfulness on Problem Solving
  • University of California, Berkeley, The Correlation Between Early Play and Technological Creativity (tez)
  • IEEE Spectrum, Nurturing Innovation Through Play
  • Scientific American, The Science of Play: How It Shapes the Brain. Bazen en içten ve samimi fikirler, çocuksu gibi görünen heveslerden doğar.
Kategoriler
Teknoloji ve Yazılım

Günümüz Dünyasının Gizli Mimarı: Ada Lovelace ve Yazılımın Doğuşu

“Yüzyıllar önce bir kadın, geleceğin algoritmalarını hayal etti. Şimdi biz, onun hayalinde yaşıyoruz.”

👒 Bir Şairin Kızı, Bir Bilim Kadınının Annesi

1800’lü yıllarda doğmak mı daha zordu, yoksa 1800’lü yıllarda bilimle uğraşmak isteyen bir kadın olarak doğmak mı? Augusta Ada King, nam-ı diğer Lovelace Kontesi için ikisi birden geçerliydi. Meşhur şair Lord Byron’ın kızı olan Ada, sadece dizelerle değil, sayılarla da arası iyi olan nadir ruhlardan biriydi. Tabii bunda annesi Lady Byron’ın “Bu çocuk sakın babasına benzemesin” diyerek Ada’yı matematikle yoğurmasının da etkisi vardı. Neden böyle dedi inanın ben de bilmiyorum kimsenin aile işlerine burnumu sokacak değilim.

Ada’nın hayatı, gotik romanlar kadar dramatik, bilim kurgu kadar öngörülüydü. 17 yaşında Charles Babbage ile tanıştıktan sonra işler değişti. Babbage’in “Analitik Makine” adlı hesaplama cihazına yazdığı notlar öyle bir noktaya vardı ki… Bugün klavyelere döktüğümüz her satır kod, o notların torunu sayılır.

👾 Ada Ne Yaptı, Biz Neden Hâlâ Konuşuyoruz?

Charles Babbage’in tasarladığı makine, mekanik bir bilgisayar gibiydi. Ama dikkat: Bu alet henüz ortada bile yoktu! Tasarım aşamasındaydı. Ada ise bu hayalî makineye algoritmalar yazdı. Daha ortada bilgisayar yokken, “bu makineler sadece sayı değil, nota da işler, sembol de işler, müzik bile üretir” dedi.

Ve burada duralım.

Bu söz, sadece bir hesap makinesi için değil, günümüz yapay zekâsı, yaratıcı yazılımlar, dijital sanat ve hatta ChatGPT için bile öngörüdür. Özetle: Ada Lovelace, dijital çağın 1800’lerdeki yolculuk rehberidir.

🧠 Yazılımın Süt Dişleri: Lovelace’ın Algoritması

Yazılım nedir? Hadi basit bir cevap verelim: Bir makineye ne yapacağını söyleyen talimatlar bütünü. Ama bu tanım Ada için yetersiz kalırdı. Ona göre makineler düşünebilir, yaratabilir ve insanın hayal gücünü dijital dünyaya taşıyabilir.

Kendisi, Bernoulli sayılarını hesaplayan bir algoritma yazdı. Bugünkü dille söylersek: “print(bernoulli_numbers)” satırının büyük büyük büyükannesi. Ve bunu yaparken makinenin potansiyelini bir hesap aracı olmaktan çok öteye taşıdı. Yazılım fikri, onun zihninde şekil buldu. Bilgisayar mühendisliğinin doğum belgesi işte bu noktada kesildi.

🔍 “Kadınlar da yapabilir” mi dedik, yoksa zaten yaptılar mı?

Şimdi burada tipik bir “Kadınlar da aslında neler başarabiliyor” bölümüne mi geliyoruz? Hayır dostlarım (Buraya kadar sabırla okuduysanız sizi dostum olarak varsayıyorum). Çünkü bu, artık tartışılacak bir şey değil. Bu bir veri.

Ada, başararak gösterdi. Ve önemli olan nokta şu: O dönemin hiçbir kadın platformu, hackathon’u ya da “kadın yazılımcılara özel” kodlama eğitimi yoktu. Ne Linkedin’de ‘#WomenInTech’ vardı ne de Ada’nın yaptığı işin PR’ını yöneten bir ajansı. Ona verilen fırsatlar sıradandı, ama onun zihni olağandışıydı.

Yani mesele “kadınlar da yapar” değil, cinsiyetçi bir yaklaşım asla değil “ön yargılarla zaman kaybetmeyelim”dir. Ada bunun örneğini, ta 19. yüzyılda verdi. Günümüz için hâlâ geçerli bir mesaj, ama sloganlaşmadan, hikâyeye yedirilerek anlatılmalı.

🧬 Modern Teknolojide Ada’nın Ayak İzleri

Gelin bugüne gelelim. Stanford’da bir yazılım dersi mi alıyorsun? MIT’de bir yapay zekâ makalesi mi okuyorsun? Veya ChatGPT ile blog yazısı mı yazıyorsun? İşte hepsinin ortak atası Ada Lovelace.

Analitik Makine fikrini sadece bir hesaplayıcı olarak görmeyip, onu evrensel bir bilgi işlemciye dönüştürme vizyonu, günümüz programlama dillerinin temelini attı. Kodun sadece teknik değil, aynı zamanda yaratıcı bir dil olduğunu gösterdi.

Walter Isaacson’un The Innovators kitabında belirttiği gibi: “Ada Lovelace, bilgisayarın sadece bilgi işlem değil, fikir işleyebileceğini ilk fark eden kişidir.” Bu cümle bile başlı başına bir teknoloji felsefesi manifestosudur.

Konu yazılım, yapay zeka olunca herkesin aklına “Alan Turing” geliyor tabi, ama Ada gerçekten sadece ilgilisinin bileceği bir vizyoner.

🤯 Yazılım: İnsanlığın Yeni Dili

Ada’nın öngördüğü şey sadece bir algoritma değil, bir dildi. İnsanların düşüncelerini makinelerle paylaşabildiği yeni bir anlatım biçimi. Bugün yazılım, insanlık tarihi boyunca geliştirdiğimiz en güçlü dillerden biri. Ve bu dilin ilk kelimesini Ada yazdı.

Bugün yazılımlar sadece iş yapmaz, aynı zamanda sanat üretir, şarkı besteler, roman yazar, şiir yazar. Kod artık sadece bir araç değil; bir üretim biçimi. Tıpkı Ada’nın dediği gibi. Görüyoruz, hepiniz instagramda, linkedin’da “ChatGPT’ye bunu çizdirdim” vs diye paylaşım yapıp duruyorsunuz. Ancak kaçınız işin temelini biliyor? çok azınız.

🧭 Geleceği Keşfetmek Cesaret İster

Şimdi biraz sadet’e gelelim, iyi hoş anlattık ama Ada Lovelace’ın hikâyesi, bize yalnızca bir tarih anlatmaz. Aynı zamanda bir vizyon, bir uyarı ve bir ilham kaynağıdır. Bunu da okuyup, kaydırıp “he tamam” dememek lazım.

• Vizyon: Bilginin sadece ezber değil, yaratım olduğunu görmektir.

• Uyarı: Hayal gücü geniş insanları, hayallerine ulaşmada sınırlamayın.

• İlham: Bugünkü teknolojiyi anlamak için, geçmişin hayalperestlerine kulak vermek gerekir.

Çünkü teknoloji sadece bugünün değil, geçmişin hayallerinin ve yarının ihtiyaçlarının kesiştiği bir yerdir. Ve Ada Lovelace, bu kesişim noktasının ilk gezginidir. Tıpkı uzayı keşfeden bir astronot gibi.

📚 Kaynakça

• Isaacson, Walter. The Innovators – How a Group of Hackers, Geniuses, and Geeks Created the Digital Revolution

• MIT Computer Science & Artificial Intelligence Lab (CSAIL) – Tarihî referans arşivleri

• Oxford University – Ada Lovelace Institute Yayınları

• Stanford University – Women in Tech and Computing History Lecture Notes

Kategoriler
İş ve İnsan

Modern Çağın Paradoksu: Hızlı Dünya, Yavaş İnsan

Hayatın ilerleyen yıllarda daha hızlı aktığını düşündüğümüz o anlar hepimize tanıdık gelir. Çocukken günler, aylar hatta yıllar bile sonsuz gibi gelirdi. Ancak yaşımız ilerledikçe haftaların nasıl geçtiğini anlamamaya başlarız. Peki neden zaman algımız yaşlandıkça değişiyor? Bunun bilimsel ve psikolojik nedenleri üzerine birçok teori ortaya atılmıştır.

Zaman Algısı ve Yaşın Etkisi

Araştırmalar, beynimizin zaman algısını yaşadığımız deneyimlerin yeniliğiyle ilişkilendirdiğini gösteriyor. Çocukken her şey yenidir; öğrendiğimiz bilgiler, karşılaştığımız insanlar, keşfettiğimiz mekânlar… Ancak yaş ilerledikçe rutinler artar ve beynimiz yeni deneyimlere daha az maruz kalır. Bu da zamanın daha hızlı akıyormuş gibi hissedilmesine neden olur. Oxford Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışmada, bireylerin zaman algısının büyük ölçüde deneyim çeşitliliğine bağlı olduğu ve yaşla birlikte monotonluğun arttığı tespit edilmiştir (Kaynak: Oxford University, 2021).

Ancak zaman algısı sadece yaş faktörüne bağlı değildir. Zaman, kişinin içinde bulunduğu koşullara göre de farklı şekillerde hissedilir. Örneğin, hastanede acı çeken bir hasta için zaman geçmek bilmezken, yoğun bir iş temposunda çalışan bir kişi, haftaların nasıl geçtiğini anlamayabilir. Bu noktada Einstein’ın izafiyet teorisine tatlı bir gönderme yapalım: “Beş dakika sıcak bir sobanın üstünde oturursanız, size saatler gibi gelir. Ama güzel bir kadınla sohbet ederseniz, saatler beş dakika gibi geçer. İşte izafiyet budur.” Zaman, içinde bulunduğumuz duruma göre uzayıp kısalabilen subjektif bir deneyimdir.

Teknolojik Gelişmeler ve Hız Algısı

Modern çağda hayatın hızlanmasının bir diğer nedeni, teknolojinin baş döndürücü gelişimidir. Her gün yeni bir buluş, her dakika güncellenen haberler ve her saniye yayılan içeriklerle çevriliyiz. 20. yüzyılın ortalarında, haberlerin yayılması günler veya haftalar sürebilirken, bugün dünyanın bir ucundaki bir olay saniyeler içinde tüm dünyaya duyurulabiliyor. Harvard Üniversitesi’nin 2022’de yaptığı bir araştırmaya göre, dijitalleşmenin yayılmasıyla birlikte bireylerin dikkat süresi giderek kısalıyor ve zaman algıları hızlanıyor (Kaynak: Harvard Business Review, 2022).

Sürekli değişen gündem, bireyleri bir maratona sokuyor. Daha fazlasını bilme, daha hızlı tüketme ve gündemi kaçırmama kaygısı içinde insanlar farkında olmadan kendilerini sonsuz bir koşturmaca içinde buluyorlar. Ancak bu hız, her bireyin aynı tempoda hareket etmesi gerektiği anlamına mı geliyor?

Sosyal Medyanın ve Hızlı Tüketimin Etkisi

Instagram, TikTok, YouTube ve X (Twitter) gibi platformlar, bilgiye erişim hızını artırırken, bireyleri bir “hızlı öğren, hemen tüket, çabuk satın al” döngüsüne sokuyor. Algoritmalar, sürekli yeni içerik sunarak kullanıcıları sayfalarda daha uzun süre tutmaya çalışıyor. Bu durum, bireylerin yaşam tempolarını artırarak, her an bir şeyler yapmaları gerektiği hissini pekiştiriyor.

TikTok’taki birkaç saniyelik videolar, Twitter’daki anlık güncellemeler ve Instagram’daki ‘şimdi ve burada’ paylaşımları, insanların zaman algısını da değiştiriyor. Bir konu hakkında birkaç dakika içinde fikir sahibi olmak mümkün hale gelirken, derinlemesine düşünmek ve sorgulamak giderek zorlaşıyor. Columbia Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, hızlı tüketilen içeriğin bireylerde “anlam doyumsuzluğu” yarattığını ve uzun vadede dikkat eksikliği, tükenmişlik ve tatminsizlik duygularını artırdığını ortaya koymuştur (Kaynak: Columbia University, 2023).

Bu hızlı tüketim ve beyinde tatmin duygusu yaratma süreci, tıpkı pornografi izlemek ve kısa sürede gerçekçi olmayan hazlar sağlamak ile benzerlik gösterir. Eğer bu tür yapay tatminlerin zararlı olduğu düşünülüyorsa, en hızlı şekilde en çok influence edilen ürünleri satın almak, en popüler yerlere gitmek ve sürekli paylaşım yapmak da benzer bir etkiler zinciri yaratmıyor mu? Sürekli olarak en son trendleri takip etmek, algoritmaların yönlendirdiği tüketim çılgınlığına kapılmak ve başkalarının deneyimlerini taklit etmek, bireyleri farkında olmadan bir bağımlılık döngüsüne sokuyor.

Hızın Bedeli: Tükenmişlik, Stres ve Heves Kaybı

Hızlı yaşam temposunun en büyük sonuçlarından biri tükenmişlik sendromudur. İş dünyasında sürekli yetiştirilmesi gereken projeler, kariyer yarışları ve “ben de yapmalıyım” baskısı, bireyleri uzun vadede yıpratıyor. Günümüz dünyasında bireylerin sadece fiziksel değil, zihinsel olarak da yorulduğu birçok araştırmayla kanıtlanmıştır. Stanford Üniversitesi’nin 2023’te yayınladığı bir makale, sürekli bir yarış içinde olmanın insanların heveslerini azalttığını, tükenmişlik sendromuna yol açtığını ve uzun vadede hayattan aldıkları tatmini düşürdüğünü ortaya koyuyor (Kaynak: Stanford University, 2023).

Bu noktada beyindeki tatmin, zevk ve mutluluk hormonlarının (dopamin, serotonin, oksitosin) hız tüketim alışkanlıkları üzerindeki etkisi de göz ardı edilmemelidir. Hızlı tüketim, dopamin seviyelerini yükselterek anlık bir tatmin sağlarken, uzun vadede bireylerde bir doyumsuzluk yaratır. Zamanla bireyler, sürekli yeni uyarıcılara ihtiyaç duyar hale gelir ve bu da tükenmişlik sendromunun temel taşlarından birini oluşturur. “Ben yeterince hızlı yaşamadım mı?”, “Hayatım elimden kayıp gidiyor mu?” gibi sorgulamalar, bireylerde geç kalmışlık hissiyatı yaratarak kaygıyı artırır.

Maddi Araçlar mı, Hayatın Tadını Çıkarmak mı?

Tüm bu koşuşturmanın içinde unuttuğumuz temel bir gerçek var: Maddi gereksinimler hayatımızın bir parçasıdır, ancak hayatın kendisi değildir. Çalışmak, para kazanmak ve hayatımızı sürdürebilmek için gerekli olsa da, bu unsurlar birer araçtır. Hayat, sadece yetişmesi gereken işlerden, bitirilmesi gereken projelerden ve tüketilmesi gereken içeriklerden ibaret değildir.

Sonuç

Modern çağ, bireyleri hızın içine çeken, sürekli hareket halinde olmalarını dikte eden bir sistem oluşturdu. Ancak bu sistemin içinde bilinçli hareket edebilir, zamanın hızına kapılmadan kendi hızımızı belirleyebiliriz. Hızlı tüketim, bilgi bombardımanı ve sürekli koşturma arasında bir denge kurmak, hayatı gerçekten yaşamak için kritik bir adımdır. Hayat hızlanıyor olabilir, ancak bizler ona yetişmek zorunda değiliz. Çünkü belki de esas mesele, hız değil, anı nasıl yaşadığımızdır.

Kaynakça

  1. Oxford University (2021). Time Perception and Cognitive Aging: A Study on Human Perception.
  2. Harvard Business Review (2022). The Digital Age and the Acceleration of Time Perception.
  3. Columbia University (2023). Fast Consumption and Its Psychological Effects on Modern Society.
  4. Stanford University (2023). Burnout and Mental Fatigue in the Digital Era.
  5. Einstein, A. (1920). Relativity: The Special and the General Theory.
Kategoriler
İş ve İnsan

Aşkın Kıymeti Neden Ayrılık Zamanı Artar? 

Bağlanma ve Ayrılma: Beynimizin Vazgeçme Eşiği

İnsan beyni, bağlandığı kişiler, yerler ve deneyimlerden kopma sürecinde karmaşık ve yoğun duygusal tepkiler geliştirir. Beynin en temel mekanizmalarından biri olan bağlanma, dopamin, oksitosin ve serotonin gibi nörotransmitterlerin salgılanmasıyla pekiştirilir. Bu kimyasallar, bireyin bağ kurduğu şeylere karşı derin bir aidiyet hissi oluşturmasına neden olur.

Ancak bu bağlanma süreci, ayrılık söz konusu olduğunda beynin “yoksunluk” tepkisi vermesine neden olur. Araştırmalar, ayrılık acısının beynin fiziksel acıyla ilişkili bölgelerini aktive ettiğini göstermiştir. Bu da, birinden ya da bir şeyden ayrılmanın neden fiziksel acı hissi yaratabileceğini açıklar.

Canlı Devre ve Ayrılık Anında Aşkın Değerinin Artması

David Eagleman‘ın Canlı Devre kitabında da vurgulandığı gibi, insanlar sahiplendikleri şeylerin gerçek değerini, ancak onu kaybetme tehdidiyle karşılaştıklarında fark ederler. Psikolojide bu durum “reaktans” olarak adlandırılır. Bir şeyi kaybetme ihtimaliyle karşılaştığımızda ona olan ilgimiz ve bağlılığımız artar. Bu, ayrılık anlarında eski aşkın neden daha kıymetli göründüğünü de açıklar.

Bu durumun arkasındaki temel nedenlerden biri, belirsizlik ve kayıp hissinin beynin ödül sistemini yeniden değerlendirmesine neden olmasıdır. Bir zamanlar el altında olan ve belki de sıradan görülen bir şey, kaybolduğunda nadir ve çok değerliymiş gibi algılanmaya başlanır. Bu da ayrılık sırasında aşkın neden yoğun bir şekilde hissedildiğini açıklar.

Bunun yanında, ayrılık eşiğinde insanlar geçmişte yaşadıkları kötü deneyimleri göz ardı etme eğilimindedir. Beyin, ayrılık sonrası yaşanan boşluk hissini en aza indirmek için geçmiş deneyimleri seçici bir şekilde hatırlar. Bu nedenle, ilişki içerisindeyken yaşanan olumsuz anılar yerine, iyi anılar ve duygusal bağlar ön plana çıkar. Bu, ayrılığın daha zor ve acı verici hale gelmesine yol açabilir.

Örneğin, bu durum yalnızca romantik ilişkilerde değil, aynı zamanda iş hayatında da kendini gösterir.

İş Yerinden Ayrılma: Beynin Alışkanlık Tuzağı

Uzun yıllar mobbing ve kötü şartlarla çalıştığı bir iş yerinden ayrılmak isteyen biri, tıpkı bir ilişkiden ayrılmak isteyen biri gibi, geçmişte yaşadığı olumsuz deneyimleri göz ardı edebilir. Kimi insanlar, uzun yıllar zorluk çekerek çalıştıkları bir şirkete bağımlı hissederler ve daha iyi bir fırsat bulduklarında bile ayrılma kararsızlığı yaşarlar. Beyin, belirsizliği sevmeyen bir yapıya sahip olduğu için, tanıdık kötü bir ortam, bilinmeyen iyi bir ortamdan daha güvenli hissettirebilir.

Bu durum sadece duygusal değil, ekonomik ve sosyal faktörlerden de etkilenir. Bireyler, mevcut çalışma ortamlarında kazandıkları statü, alıştıkları iş süreçleri ve kurdukları sosyal ilişkileri kaybetme korkusuyla ayrılma kararlarını geciktirebilirler. Ayrıca, yeni bir işe başlamak ve oradaki dinamiklere uyum sağlamak zihinsel ve duygusal açıdan zorlayıcı olabilir. Bu nedenle, birçok çalışan daha iyi bir fırsat bulmasına rağmen mevcut işinde kalmaya devam eder.

Bunun yanı sıra, iş yerinde uzun süre zorluklara katlanan bireylerde bir tür “öğrenilmiş çaresizlik” gelişebilir. Yani, kişi içinde bulunduğu olumsuz koşulları değiştiremeyeceğini düşünerek zamanla o duruma uyum sağlar ve bu uyum, iş yerinden ayrılmayı daha da zorlaştırır. Beynin riskten kaçınma eğilimi nedeniyle, kötü bir ortamı bırakmak yerine, ona alışarak devam etmek daha güvenli bir seçenek olarak görülebilir.

Bu durum Stockholm Sendromu ile benzerlik göstermekle birlikte tam anlamıyla aynı değildir. Stockholm Sendromu, bir rehinenin kendisini esir alan kişiye karşı olumlu duygular geliştirmesini ifade eder. İş yerinden ayrılma durumunda ise bireyler, alışkanlıklar ve belirsizlik korkusu nedeniyle mevcut duruma bağlılık hissederler. Ancak benzer şekilde, kişinin kötü bir deneyime karşı duygusal bağ geliştirmesi ve bunu terk etmekte zorlanması, psikolojik mekanizmalar açısından paralellik gösterebilir.

Sonuç

Beynimizin bağlanma ve ayrılma mekanizması, yaşanan ilişkilerin veya çalıştığımız ortamların değerini ancak kayıp tehdidiyle karşılaştığımızda fark etmemize neden olur. Bunun yanında, ayrılık anında geçmişteki kötü deneyimler hafızanın seçici doğası gereği göz ardı edilir, bu da ayrılığı daha karmaşık hale getirir. İş hayatında da benzer bir süreç yaşanır; kötü şartlarda çalışmış bireyler bile ayrılık aşamasında geçmişi idealize edebilir ve değişimden kaçınabilir. Bu psikolojik fenomeni anlamak, hem ilişkilerimizde hem de iş hayatımızda daha bilinçli kararlar almamıza yardımcı olabilir.

Kaynakça:

  • Eagleman, D. (2011). Livewired: The Inside Story of the Ever-Changing Brain. Pantheon Books.
  • Kahneman, D. (2011). Thinking, Fast and Slow. Farrar, Straus and Giroux.
  • Baumeister, R. F., & Leary, M. R. (1995). “The Need to Belong: Desire for Interpersonal Attachments as a Fundamental Human Motivation.” Psychological Bulletin, 117(3), 497-529.
  • Fisher, H. E. (2004). Why We Love: The Nature and Chemistry of Romantic Love. Henry Holt and Company.
  • Bowlby, J. (1980). Attachment and Loss: Volume III: Loss, Sadness and Depression. Basic Books.
  • Buss, D. M. (2019). Evolutionary Psychology: The New Science of the Mind. Routledge.
Kategoriler
Kültür ve Sanat

Karbon Sıfır ve Karbon Nötr: Gerçekler ve Yanılgılar

Günümüzde hepimizin bildiği üzere iklim değişikliği, hem bireyler hem de şirketler için en önemli gündem maddelerinden biri haline geldi. Özellikle son yıllarda mevsimlerin dünya genelinde düzgün yaşanamaması, buzulların hızlıca erimesi, yangınların ve yıkıcı ani fırtınaların artması bu konunun etkilerini yavaşça gün yüzüne çıkarıyor. Karbon emisyonlarını azaltma konusundaki küresel çabalar giderek artarken, “karbon sıfır” ve “karbon nötr” kavramları sıkça karşımıza çıkıyor. Kimileri bunları iyi bir imaj çizmek için kullanırken kimileri de gerçekten doğayı korumaya çalıştıklarını ve diğer insanların da buna yönelmesini teşvik etmeye uğraşıyor. Ancak bu iki terim, çoğu zaman birbirine karıştırılıyor ve hatta bazı durumlarda bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde manipülasyon amacıyla yanlış kullanılıyor.

Bu yazıda, karbon salınımı kavramını temel alarak “karbon sıfır” ve “karbon nötr” arasındaki farkları ele alacağım ancak terim ve tanımların açıklanmasına çok fazla girmeyeceğim. Ayrıca, bu farkların şirketlerin çevresel taahhütlerini nasıl etkilediğini ve bireylerin bu konuda ne gibi adımlar atabileceğini inceleyeceğim. Paris İklim Anlaşması’nın neden bu kadar önemli olduğunu anlamak adına, ABD’nin bu hafta anlaşmadan çekilme kararının olası etkilerine de tarafsız bir şekilde değineceğim.

Yazının sonunda, hem bireyler hem de kurumlar için uygulanabilir çözüm önerileri sunarak sürdürülebilir bir geleceğe nasıl katkı sağlanabileceğini ortaya koymaya çalışacağım.

Karbon Salınımı Nedir?

Karbon salınımı, hepinizin bildiği üzere genellikle fosil yakıtların yakılması sonucu ortaya çıkan karbondioksit (CO2) gibi sera gazlarını ifade eder. Bu gazlar, atmosferde birikerek dünya yüzeyinde ısı tutulmasına yol açar ve bu durum “sera etkisi” olarak bilinir. Sera etkisi, iklim değişikliğinin temel nedenlerinden biridir.

Bu konuyla ilgili olarak insan faaliyetleri, sanayi devriminden bu yana karbon salınımını dramatik bir şekilde artırmıştır. Elektrik üretimi, ulaşım, tarım ve sanayi faaliyetleri bu artışın başlıca kaynaklarıdır. Bunun sonucunda, dünya genelinde sıcaklıklar yükselmekte, deniz seviyeleri artmakta ve ekstrem hava olayları daha sık yaşanmaktadır.

Paris İklim Anlaşması ve Trump’ın Çekilme Kararı

2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması, karbon salınımlarını azaltarak küresel sıcaklık artışını 1,5 santigrat dereceyle sınırlamayı hedefleyen tarihi bir anlaşmadır. Bu hedef, iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak ve gezegenimizi daha yaşanabilir bir hale getirmek için kritik bir eşiktir. Ancak, bu hafta tekrar seçilen ve başkanlık koltuğuna oturan yeni ABD Başkanı Donald Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararı alması, uluslararası çabalara zarar vermiştir. 

Trump, bu anlaşmanın ABD ekonomisine zarar verdiğini ve enerji sektöründeki şirketleri dezavantajlı hale getirdiğini savunmuştur. Ancak, bu kararın uzun vadede küresel çevresel etkileri olumsuz yönde etkilediği düşünülmektedir. ABD’nin çekilmesi, dünya çapındaki karbon azaltım hedeflerini baltalamış ve diğer ülkeler üzerinde ekonomik rekabet baskısı oluşturmuştur.

Karbon Sıfır ve Karbon Nötr: Farklar

Gelelim asıl konumuza “Karbon sıfır”, bir şirketin, ürünün ya da hizmetinin üretimi ve kullanımı sırasında hiçbir şekilde karbon emisyonu oluşturmaması anlamına gelir. Bu, tamamen yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak, enerji verimliliğini maksimize etmek ve karbon emisyonunu kaynağında yok etmek anlamına gelir.

“Karbon nötr” ise, bir şirketin ya da bireyin oluşturduğu karbon emisyonlarını, karbon dengeleme projeleri ile telafi etmesi anlamına gelir. Bu projeler, genellikle ağaç dikimi, yenilenebilir enerji projelerine yatırımlar veya karbon kredisi alımları ile gerçekleştirilir. Ancak bu yaklaşım, karbon emisyonunu gerçek anlamda azaltmaktan ziyade, mevcut emisyonları telafi etmeye odaklanır. Bundan dolayı örneğin 2024 yılında 2023 yılına göre 10 katı karbon salınımı gerçekleştiren herhangi bir şirket, gerçekleştirdiği salınımı telafi edecek kadar da ağaç dikse de ya da yatırımlar gerçekleştirse de gerçekte yarattığı salınımı sıfırlamamış sadece buna karşılık bir aksiyon aldığını dış dünyaya sunmuş oluyor.

Son yıllarda, teknoloji şirketleri soğutma maliyetlerini azaltmak ve karbon salınımını düşürmek için sunucularını deniz altına taşıma projeleri üretmiştir. Ancak, bu uygulama deniz suyunun ısınmasına ve deniz altı ekosisteminde yaşayan canlılara zarar verdiği konusunda eleştirilmektedir. Teknolojik yeniliklerin, sadece ekonomik faydayı değil, ekolojik etkileri de dikkate alacak şekilde planlanması büyük önem taşımaktadır.

Şirketlerin çoğu, “karbon nötr” hedeflerine ulaştıklarını iddia ederek çevresel taahhütlerini abartabilir. Bu, tüketicilerde yanlış bir algı oluşturabilir ve “karbon yıkama” (“greenwashing”) olarak bilinen bir manipülasyona yol açabilir.

Sonuç ve Çözüm Önerileri

Sürdürülebilir bir gelecek için hem bireyler hem de kurumlar önemli rol oynar. Şirketlerin şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerine uygun olarak karbon hedeflerini belirlemeleri ve tüketicileri doğru bilgilendirmeleri kritik bir gerekliliktir. Bireyler ise enerji tüketimlerini azaltarak, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelerek ve karbon ayak izlerini düşürecek günlük alışkanlıkları benimseyerek katkı sağlayabilir.

Bill Gates’in İklim Felaketini Nasıl Önleriz kitabında da vurguladığı gibi, küresel karbon emisyonlarının sıfıra indirilebilmesi, teknolojik yeniliklerle desteklenen küresel bir ortak çabayı gerektirir. Aynı zamanda, önde gelen üniversitelerde yayınlanan akademik araştırmalar, karbon azaltımının ekonomik ve toplumsal faydalarını ortaya koymaktadır.

Gezegenimizin geleceği, bugün attığımız adımlara bağlı. Karbon sıfır hedefleri gerçek anlamda benimseyen bireyler ve kurumlar sayesinde, daha temiz ve yaşanabilir bir dünya mümkün olabilir ve unutmayın ki karbon sıfır ile karbon nötr aynı şeyler değil 🙂

Kaynakça

  1. Gates, B. (2021). İklim Felaketini Nasıl Önleriz?. Doğan Kitap.
  2. Intergovernmental Panel on Climate Change (IPCC) Raporları.
  3. Harvard University, Climate Change Studies (Akademik Makaleler).
  4. Oxford University, Environmental Research Letters (Araştırmalar).
  5. World Resources Institute (WRI) Yayınları.
Kategoriler
İş ve İnsan

Bir Bilen Safsatası: Bilgi mi, Tecrübe mi?

İş ve eğitim hayatında karar alırken sıkça karşılaşılan bir tuzak vardır: “Bir bilen”e dayanmak. Eminim bunu herkes yaşamıştır, bir konudan çok eminsinizdir ancak karşınızda gerçekten yetkin olmayan insanlar vardır ve size bu konuda cahilce karşı çıkıp direnirler. Kendi yanlış bilgilerine kendi çocuklarıymış gibi sarılır ve hep savunmaya geçerler ancak siz bildiğiniz şeyi savunmaya geçtiğinizde ise “savunma yapmana gerek yok” diye cevap verirler. Bu tür insanlar karşılarında kendilerinden daha yetkin kişiler gördüklerinde konu özelinde haklı çıkabilmek adına şu hamleyi yaparlar “Bir bilene soralım, X kişisi kaç senedir bu işi yapıyor o baya hakim konuya” ve bu söylemden sonra gidilen o kişi ne derse desin onun dediği “Kaç senedir bu işi yapıyor…” safsatasından dolayı kabul edilir ve yola devam edilir. E peki o sorduğumuz kişi de yanlış biliyorsa ya da yanılıyorsa?

İşte buna “Bir Bilen Safsatası” deniyor. Geçmiş yazılarımda değindiğim bir konuydu hatırlayacağınız üzere. Literatürel olarak bu safsata, bir kişinin görüşlerinin, sırf “uzun yıllara dayanan tecrübesi” olduğu için doğru kabul edilmesi yanılgısıdır. Peki, tecrübe her zaman bilgiyi temsil eder mi?

Tecrübenin Değeri ve Sınırları

Tecrübe, elbette önemlidir; ancak yalnızca yıllara dayalı bir tecrübenin varlığı, bir kişinin alanında güncel bilgiye sahip olduğu anlamına gelmez. Kişinin sürekli  kendisini güncel tutması, kendi gelişimine odaklanması ve çevresinden beslenmeye devam etmesi gerekmektedir. Sadece kriz anlarında araştırma yapıp öğrenim çabasına giren bir kişinin deneyimli olması o kişiyi krizden kurtarınca ilah gibi gösterse de bu kişinin yetkin olduğu anlamına gelmez. Çünkü her zaman bu araştırma ve anlık öğrenim fırsatı söz konusu olmaya bilir, bu nedele kişiler tecrübelerinin altını bilgi ve öğrenimle doldurmadıkça liyakatli şartlarda daha donanımlı kişiler her zaman daha yukarıya çıkacaktır. 

Örneğin, bir kişi 15 yıl boyunca aynı işi yapmış olabilir, ancak bu süre boyunca kendini geliştirmemiş, yenilikleri takip etmemişse bu tecrübenin değeri tartışmalıdır. Çünkü 15 yıl boyunca 15 işi yapmış olması totalde 15 yıllık periyotta 1 aylık işi tekrar tekrar yapmış olması demektir. Eğer ki bu önemli olsa sadece “Antremanlarla Matematik” (Lise ve Üniversite sınavlarına hazırlıkta kullanılan basit ama pratik sağlayan bir Matematik Test/Ders kitabı) kitabı çözen birinin Tıp kazanmasını beklememiz gerekirdi.

Örnek: Teknolojik gelişmelerle hızla değişen bir sektörde, 5 yıllık bilgi ve donanıma sahip bir çalışanın, 15 yıllık tecrübeye sahip ancak güncellenmemiş bir çalışandan daha etkin olabileceğini görebiliriz.

Üniversiteden kıymetli hocam Tevfik Uyar, Safsatalar kitabında bu yanılgıyı ele alırken, tecrübe ve otoriteye dayalı argümanların çoğu zaman kritik düşüncenin önüne geçtiğini belirtir. Ona göre, bir konuya yalnızca bir otorite figürünün bilgi sahibi olduğu gerekçesiyle güvenmek, bireylerin kendi rasyonel analizlerini yapmasını engeller.

Bilginin Üstünlüğü

Bilgi, tecrübeyi anlamlı kılan temel unsurdur. Bir kişinin “bir işi kaç yıldır yaptığı” değil, “ne kadar doğru yaptığı” ve “sürekli öğrenmeye açık olup olmadığı” değerlendirilmelidir. İşte bu yüzden, bilginin ve kendini geliştirme kapasitesinin liyakat sistemlerinde önceliklendirilmesi hayati önem taşır. Ancak günümüzde iş hayatında ve akademik dünyada bu liyakatı görmemiz gerçekten çok zor, insanlar kendilerinden yaşça küçük kişilerin kendilerinden ya da “sevdikleri” çalışanlardan daha gelişmiş olmasından rahatsız olabiliyor. Akademik dünyada da sözde “Profesör” ya da “Doçent” olmuş kişilerin neredeyse yıllar sürede 1-2 yayın üretirken bir doktora öğrencisinin sürekli üretimde bulunması antipatik olabiliyor.

Burada tabi ki gönül ister ki liyakatli bir yönelim olsun ancak şu anki Y ya da Z kuşağı diye sürekli hal ve tavırlarından şikayet edilen nesilleri yine bugünün Doçentleri, Profesörleri ya da Beyaz yakalı yöneticileri yetiştirdi. Bu farklı bir yazımızın konusu ancak kısaca şunu diyebiliriz diye düşünüyorum: Şikayet edilen teknoloji çağının meraklı ve hınzır neslini, çağın gerisinde kalmış ebeveynler yetiştirdi ve o yüzden kendi yetiştirdiği nesilden bile şikayet edenlerin liyakatsizlik davranması da bir noktaya kadar normal görülebilir çünkü tecrübeli olabilirler ancak yetkin değiller.

Sevgili Hocam Tevfik Uyar’ın Türkçe’ye çevirdiği, Stuart Sutherland’ın, İrrasyonel kitabında, bireylerin genellikle “otorite” figürlerinin görüşlerini sorgusuz sualsiz kabul ettiğini ve bu durumun, hatalı kararlar alınmasına yol açtığını belirtir. Ona göre, “tecrübe” ve “otorite”ye aşırı güvenmek yerine, bireylerin eleştirel düşünceyi ve bilgi temelli karar alma süreçlerini benimsemesi gerekir.

Sutherland’a göre, insanlar rasyonel olmayan kararlar alırken, genellikle geçmiş deneyimlere ve varsayımsal otoritelere gereğinden fazla önem verirler. Bunun yerine, objektif veriler ve güncel bilgiler ışığında hareket edilmelidir.

Eleştirel Düşüncenin Gücü

Eleştirel düşünce, yanlışları sorgulama ve süreçleri iyileştirme fırsatıdır. Bazı yöneticiler eleştiriyi tehdit olarak algılasa da, aslında bu yaklaşım süreçlerin daha verimli hale gelmesine katkı sağlar. Bir de bu kişilerin karakteriyle de ilgili bir durumdur, bazı insanlar daha pasif ya da garantici olabiliyorlar. Bu durumda da onların karar süreçleri daha az risk’e dayalı olabiliyor.

Örneğin, eleştirel düşünen bir çalışan, rutin bir işin daha hızlı ve etkili bir şekilde yapılabileceği yöntemleri önerebilir. Ancak bu durum Yaprak Dökümündeki gibi “Aman Ali Rıza Bey tadımız kaçmasın” feedback’i ile de sonuçlanabilir. Bu tür durumlarda her zaman haddi aşıp hadleri genişletmek ve daha büyük bir vizyon ile iyi sonuçlar çıkartmanın daha doğru olduğu göz ardı edilemez bir gerçek.

Kıymetli büyüğüm, Türkiye’nin en büyük organizatörlerinden olan Ahmet San’ın da dediği gibi “Hiç bir şey imkansız değildir” ve “Her zaman haddinizi bilerek haddinizi aşmanız gerekir büyük işler başarmak için”.

Liyakat: Başarının Temeli

Liyakat, bireylerin yalnızca tecrübelerine değil, bilgilerine, yeteneklerine ve performanslarına göre değerlendirildiği bir sistemdir. Liyakatsizlik, organizasyonlarda verimliliği düşürür ve adaletsizlik hissini artırır. Bu tür yerlerde üniversitelerde de liselerde de iş hayatında da görebileceğiniz üzere bir memuriyet havası söz konusudur ve ahbaplık ilişkisi çok gelişmiştir.

İş hayatında bu asla profesyonel olmayan bir yaklaşımdır ve bunun bir ötesi de nepotizmdir maalesef. Oysa liyakat sistemlerinin güçlü olduğu yerlerde, çalışanların motivasyonu ve organizasyonun başarısı artar ve bu tür şeyler gündem bile olmaz.

Sonuç

“Bir bilen safsatası,” tecrübenin bilgiyle karıştırıldığı ve eleştirel düşüncenin bastırıldığı durumlarda karşımıza çıkar. Bu safsatadan kaçınmak için, bilgiye dayalı değerlendirme sistemlerini benimsemek ve eleştirel düşünceyi teşvik etmek gereklidir. Unutulmamalıdır ki, en doğru kararlar, yalnızca bilgiye değil, aynı zamanda adil bir değerlendirmeye dayanır.

Bu yazı ile ilgili not:

  • Bu yazıda kendi görüşüm kesinlikle bulunmamaktadır, tamamen bilimsel veriler üzerinden ilerlenmiştir.
  • Geçmişte ve şu anda içinde bulunduğum hiç bir kurumda bu tür durumlarla karşılaşmadım ancak akademik olarak değinilmesi gereken bir konu olduğu için yazma gereği duydum.
  • Bu yazı hiç bir kamu ya da özel kuruluşu bağlamamaktadır, tamamen felsefi ve bilimsel algı konusunda bir yazıdır.
  • Alınganlık yaptığınız bir konu varsa terapiste başvurmak sizin için faydalı olabilir.
  • Bu durumları bir yerde birkaç kez yaşadıysanız ortamdan uzaklaşmayı denemelisiniz.
  • Yeni neslin davranışlarını eleştirilken onları yetiştiren neslin, sizin nesliniz olduğunu unutmayın.
  • Allah değilseniz, akademi ya da iş hayatında ben ne diyorsam o mantığından çıkın aksi halde “Napolyon Sendromu” yaşabilirsiniz.
  • Benim fikrimi sorarsanız, sormayın!

Kaynakça

1. Kahneman, D. (2011). Thinking, Fast and Slow. Farrar, Straus and Giroux.

2. Taleb, N. N. (2012). Antifragile: Things That Gain from Disorder. Random House.

3. Liyakat ve Performans Üzerine Bir Araştırma, TÜBİTAK.

4. İş hayatında eleştirel düşüncenin önemi üzerine yapılan bir araştırma, Journal of Organizational Behavior (2020).

5. Uyar, T. (2020). Safsatalar: Akıl Yürütme Hataları ve Çarpıtmalar.

6. Sutherland, S. (2007). İrrasyonel: Mantık Hatalarımızın Psikolojisi. Domingo Yayınevi.

7. Kurumlarda Girişimcilik ile Sürdürülebilirliği Sağlamak, Harvard Business Review Türkiye (2024).

8. İş’te Davranış Dergisi » Makale » HARVARD BUSİNESS REVİEW TÜRKİYE …

9. Galatasaray Üniversitesi Kariyer Geliştirme Uygulama ve Araştırma Merkezi

Kategoriler
İş ve İnsan

Senin Ajandanı Ben Takip Etmem!

Bu hafta sevdiğim bir podcast dizisinde şu ifadeyi duydum: “Senin plansızlığın benim aciliyetim olmamalı.” Açıkçası bu söz, iş dünyasında birçok çalışanın hissettiği ama tam olarak ifade edemediği bir gerçeği çok iyi özetliyor. Ancak bu plansızlık, bazen sadece bireysel değil, yapısal bir sorun haline de gelebiliyor. Bu ifade, aynı zamanda bana değerli hocam Celâl Şengör’ün şu meşhur sözünü hatırlattı: “Senin cahilliğin benim hayatımı etkiliyor.” İş dünyasında bunun bir yansıması da şöyle olabilir: “Senin sorumsuzluğun benim işlerimi aksatıyor.”

Bu konu, ekip dinamikleri üzerinde ciddi etkiler yaratıyor. Özellikle ekipteki bazı kişilerin “yoğunluk” ya da “meşguliyet” bahanesiyle işleri takip etmemesi, diğer ekip üyelerine ek yük oluşturuyor. Bu durum, plansızlık ve sorumsuzluk döngüsünün bir sonucu olarak ortaya çıkıyor ve uzun vadede ekip performansını ciddi şekilde baltalıyor.

Ama şimdiden bir uyarı: Eğer alınganlık konusunda hassassanız ya da her yazılanı kendinize yönelik bir eleştiri olarak algılıyorsanız, bu yazıyı okumak yerine bir terapiste danışmayı düşünebilirsiniz. Çünkü kimse sizin alınganlığınızı çekmek zorunda değil.

Ekip içi sorumluluk paylaşımından iş yükünün doğru yönetimine kadar, bu tür sorunların nedenlerini ve çözüm yollarını tartışırken bilimsel veriler ve akademik kaynaklardan da yararlanacağım. Amacım, bu tür davranışların ekip dinamiklerini nasıl etkilediğini daha geniş bir çerçevede ele almak.

“Meşguliyet” Bahaneleri ve Ekip Dinamikleri

Ekip çalışmasında bireysel sorumluluklar hayati önem taşır. Ancak bazı çalışanlar, “yoğunluk” veya “meşguliyet” bahanesiyle işlerini takip etmez ve bu durum diğer ekip üyelerine ek yük oluşturur. Hepimizin hayatında böyle insanlarla en az bir kez karşılaşmış olduğuna eminim (benim başıma gelse, site kurallarım gereği burada yazmazdım tabii ki!).

Bu tür kişiler genelde sürekli koşturur, oflaya puflaya dolaşır ve aşırı meşgul bir imaj çizer. Mesajlarınıza günler, maillerinize haftalar sonra dönüş yapar ama aynı anda günde 10 kez mola verirler. Siz iş yükü ve kaos içinde boğuşurken, onlar gevşek gevşek dolaşır. Tabii bunlar benim değil, arkadaşlarımın gözlemleri 🙂

Bu tür sorumsuzluklar, ekip içindeki güveni ve iş birliğini ciddi şekilde zedeler. Sosyolog Jonathan Gershuny, meşguliyetin modern iş dünyasında bir statü sembolü haline geldiğini söyler. Ancak bu statü arayışı, çoğu zaman sorumluluklardan kaçmanın bir bahanesi olarak kullanılır. Bunun sonucu olarak, işleri tamamlamak zorunda kalan diğer ekip üyeleri, ekstra stres ve kaygıyla baş başa kalır (Waytz, 2019).

Araştırmalar, bu tür sorumsuz davranışların genellikle şu faktörlerden kaynaklandığını ortaya koyar:

  • Zayıf liderlik,
  • Açık hedeflerin olmaması,
  • Yetersiz iletişim,
  • Ve hatta ruhsal eziklik.

Ashforth ve Fried (1988), liderlerin bu tür davranışlara karşı açık ve kararlı bir tutum sergilemesinin ekip içi dengeleri sağlamada kritik olduğunu belirtir. Aksi halde, bu tür kişiler zamanla duygusal manipülasyonlarının işe yaramadığı ve daha disiplinli çalışanlarla bir arada çalışmak zorunda kaldıkları durumlarda ya iş değiştirir ya da işten çıkarılma noktasına gelirler. (Tabi duygusal değil adil bir yöneticiye sahiplerse)

Sorunların Kaynağı: Plansızlık ve Verimsizlik

Araştırmalar, iş yerindeki plansızlık ve verimsizliğin yalnızca bireysel stres yaratmakla kalmayıp ekip düzeyinde de düşük performansa yol açtığını göstermektedir (Cohen ve Birkinshaw, 2011). Plansızlığın neden olduğu bu gergin ortam, iş yerindeki herkese olumsuz şekilde yansır ve maalesef ekip içindeki “arkadaşlık” bağlarını da zayıflatarak kutuplaşmaya ve yıpranmaya neden olabilir.

Görevlerin belirsizliği ve takvimlerdeki düzensizlik, ekip üyelerinin işlerini zamanında teslim etmesini zorlaştırır. Bunun sonucu olarak, bu sorumluluklar genellikle diğer ekip üyelerine yüklenir ve bazı kişilerin omuzlarına ekstra yük bindirir.

Daha da kötüsü, plansızlık kültürü uzun vadede tükenmişlik sendromuna yol açabilir. Dünya Sağlık Örgütü’nün (2021) raporuna göre, aşırı iş yükü ve plansızlık, çalışanların fiziksel ve zihinsel sağlığını ciddi şekilde etkileyen temel faktörlerden biridir. Özellikle belirsizlik, hem iş hem de özel hayatta yıpratıcıdır. Konunun içeriği ne olursa olsun, belirsizlik kaygınızı hafifletmez, aksine artırır.

Bu noktada yöneticilere büyük görev düşmektedir. Yöneticiler, “nabza göre şerbet verme” alışkanlığını bırakmalı ve keskin, adil ve herkese eşit mesafede bir yaklaşım sergilemelidir. Net hedefler ve açık bir liderlik, ekip dinamiklerini güçlendirmenin ve bu tür sorunları önlemenin anahtarıdır.

Çözüm Önerileri: Sistematik Bir Yaklaşım

Bu tür sorunların önüne geçmek için bireyler, ekipler ve organizasyonlar aşağıdaki adımları atabilir:

  1. Net Hedefler ve Roller Belirlemek:
    Her bir çalışanın sorumlulukları ve iş yükü net bir şekilde tanımlanmalıdır. Bu, işlerin doğru kişilere atanmasını sağlar.
  2. Görevlerin Delege Edilmesi:
    Önemsiz ya da düşük öncelikli işler, uygun kişilere ya da dış kaynaklara delege edilmelidir. Bu, uzmanların kendi rollerine odaklanmasını sağlar (Cohen, 2011).
  3. Ekip Dinamiklerini Güçlendirmek:
    Meşguliyet ya da takipsizlik gibi sorunlarla başa çıkmak için düzenli geri bildirim mekanizmaları kurulmalıdır. Liderler, bu süreçlerde aktif bir rol üstlenmelidir.
  4. Teknolojiyi Bilinçli Kullanmak:
    Sosyal medya ve dijital araçlar, üretkenliği artırmak yerine zaman kaybına yol açabilir. Teknoloji kullanımını kontrol altına almak, zaman yönetimini iyileştirir (Hsee, 2021).
  5. Planlama ve Esneklik:
    İyi bir planlama, hem bireylerin hem de ekiplerin işlerini daha verimli bir şekilde tamamlamasına yardımcı olur. Esneklik, beklenmedik durumlara karşı hazırlıklı olmayı sağlar (Patriarca ve diğerleri, 2020).

Sonuç: Sınırlarınızı Belirleyin

“Senin ajandanı ben takip etmem!” demek, sadece bireysel bir duruş değil, aynı zamanda bir ekip kültürü inşa etmektir. Plansızlık ve sorumsuzluk sadece bireyleri değil, tüm organizasyonu etkiler. Bu nedenle sınır koymak ve sorumlulukları paylaşmak bir lüks değil, gerekliliktir.

Çalışanların rollerine uygun işlerle meşgul olması, iş tatmini ve ekip performansını artıracaktır. Bu, sadece bireylerin değil, organizasyonların da başarısı için kritik bir adımdır. Şimdi kendimize şu soruyu sormalıyız: Ben kendi ajandamı mı yönetiyorum, yoksa başkasınınkini mi?

Kaynakça

  1. Waytz, A. (2019). The Power of Human: How Our Shared Humanity Can Help Us Create a Better World. W.W. Norton & Company.
  2. Cohen, J., & Birkinshaw, J. (2011). Önemli İşler için Zaman Yaratın. Harvard Business Review.
  3. Ashforth, B., & Fried, Y. (1988). Organizational Behavior Studies.
  4. Dünya Sağlık Örgütü (2021). Workplace Stress and Health Report.
  5. Patriarca, R., et al. (2020). Resilience in Complex Systems.
  6. HBR Türkiye. (2021). Meşguliyet Kültürüne Karşı Gözünüzü Dört Açın. Erişim: https://hbrturkiye.com/dergi/mesguliyet-kulturune-karsi-gozunuzu-dort-acin
  7. HBR Türkiye. (2021). Zamanı Yavaşlatabilir Miyiz? Erişim: https://hbrturkiye.com/blog/zamani-yavaslatabilir-miyiz
  8. HBR Türkiye. (2021). Toplantıdan Toplantıya Koşarken Yapılacaklar Listenizi Nasıl Tamamlarsınız? Erişim: https://hbrturkiye.com/blog/toplantidan-toplantiya-kosarken-yapilacaklar-listenizi-nasil-tamamlarsiniz

• 9. HBR Türkiye. (2021). Önemli İşler için Zaman Yaratın. Erişim: https://hbrturkiye.com/dergi/onemli-isler-icin-zaman-yaratin

Kategoriler
Kültür ve Sanat

Aç mısınız yoksa sevgisiz misiniz?

“Ya Alpercan, ne açlığı, ne sevgisizliği, ne alaka?” diyebilirsiniz. Ancak konu göründüğünden çok daha derin. Eğer bu yazıyı akademik bir makale diliyle yazsaydım, muhtemelen siz de okumaktan sıkılırdınız. O yüzden, bu konuyu daha samimi bir dille ele almam gerektiğini düşünüyorum, çünkü bu mesele hepimizin hem sağlığını hem de kültürünü etkileyen önemli bir konu.

Eğer bu yazıyı 40-50 yaşında bir birey olarak yazsaydım, muhtemelen “… çocuklarımızın geleceği için…” diye bir ekleme yapardım. Ancak çok şükür ki gencim, çıtırım ve 20’li yaşlardayım; bu yüzden bilmiş bilmiş konuşmaya gerek yok. Yazılarımı ister bir safsata olarak değerlendirin (ki burada kısa bir not düşeyim: Safsatanın ne olduğunu biliyorsanız, teknik olarak uzun bir yazı zaten safsata olamaz), ister uzun bir deneme ya da makale olarak nitelendirin. Ama unutmayın ki yazılarımı kaynaklar göstererek ve bilimsel bir çerçeveye sadık kalarak, sadece kendi tarzım ve dilimle yazıyorum.

Şimdi asıl konuya gelelim: Yemek yeme, insanlık tarihinin başından bu yana temel bir ihtiyaç olarak varlığını sürdürmüş olsa da, modern çağda bu alışkanlıklar çok farklı boyutlara taşındı. Yemek, artık sadece bir karın doyurma aracı değil; aynı zamanda bir kültürel ifade, sosyal statü göstergesi ve hatta duygusal bir kaçış yolu haline geldi. Geçmişte “ah yavrum biz yokluk gördük, yağ kuyruğuna girdik” diyenlerin torunları, bugün “hangi pub’da yeni hangi kokteyli deneyelim” veya “hangi kafe’de yeni bilmem nerenin tatlısını/çikolatasını yiyelim” diye kafa patlatıyor.

Bu değişim, yemek yeme davranışlarımızın ardındaki motivasyonları ve bu motivasyonların bireylerin hayatlarını nasıl şekillendirdiğini anlamayı zorlaştırıyor. Bir tarafta, yemeği bir sanat ve entelektüel bir yolculuk olarak gören gurme bireyler var. Diğer tarafta ise, duygusal tetikleyicilerin etkisiyle sağlıksız yeme alışkanlıklarına yönelen duygusal yiyiciler bulunuyor. Sosyal medyanın bu iki grup üzerindeki etkisi ise denklemi daha da karmaşık hale getiriyor.

Bu makalede, bu iki zıt kutup arasında bir yolculuğa çıkıyoruz. Kemerlerinizi bağlayın! Gözleriniz yorulursa karanlık modu açmayı da unutmayın; siteye onu da ekledim. Bir zahmet okuyup bakış açınızı genişletin. (Bu arada, böyle ukala cümleler kurduğumda bilin ki tamamen mizahi bir havada yazıyorum. Yakın çevrem bunun değerlerle dalga geçmek değil, işin biraz goygoyuna kaçmak olduğunu anlar.)

Yemek: Kültürel Bir Yolculuk mu, Psikolojik Bir Kaçış mı?

Yemek, tarih boyunca bir topluluğun kimliğini, kültürünü ve hatta sosyal statüsünü yansıttı. Özellikle “gurme” olarak tanımlanan bireyler, yemek yemeye bir sanat olarak yaklaşır. Gurme kişiler için yemeğin hazırlanışı, malzeme kalitesi, sunumu ve lezzeti bir bütünlük içinde değerlendirilir. Örneğin, bir gurme, özgün bir tat deneyimi için başka bir ülkeye seyahat etmekten çekinmez.

Ancak burada bir parantez açmam gerekiyor: Bahsettiğim gurmelik, Instagram’da birkaç story atıp çevresine hava atan kişilerin pratiği değil. Fransa’ya gidip, malum kafede kahverengi olmuş, fazla pişmiş bir antrikotu gözümüze sokanlar; “bakın buradayım” dercesine bilmem ne tatlısını 10 farklı açıdan çekip paylaşanlar; ne taşını ne toprağını, ne kültürünü bilmeden iki gün içinde koskoca bir ülkenin tarihini “bitirdiğini” zannedenler… İşte bu kişileri kapsamıyorum.

Dahası, oradaki kültürel zevkleri deneyimlemek yerine, “Five Guys” gibi uluslararası fast food zincirlerinde yemek yiyen ve bunu övgüyle anlatanlara ayrı bir parantez açmak gerek. “Ya Five Guys’a gittik, 1 Euro’ya sınırsız kola dolduruyorsun, fıstık da sınırsız biliyor musun?” gibi cümleleri dinlemek zorunda kalmak, entelektüel damak zevkine sahip bir birey için bir tür işkenceye dönüşebilir. Şahsen, öyle sincaplar gibi fıstıkla uğraşacak sabrım yok. Benim keyfim, entelektüel ve nitelikli bir deneyimden geçiyor.

Şimdi, bu bahsettiğim gurmelik gerçekten havalı bir şey. Ancak gurmelik ile gurmanlık arasındaki fark burada devreye giriyor. Gurme, yemekleri seçerken kaliteyi ve deneyimi ön planda tutar; gurman ise yemek yemenin verdiği keyfe odaklanır. Gurmelik, daha titiz ve nitelikli bir seçicilik gerektirirken; gurmanlık yemeği bir tutku haline getirir.

Her iki yaklaşım da yemek yeme davranışlarını şekillendirir. Ancak sosyal medya, bu süreçte hem gurmeleri hem de gurmanları etkileyen büyük bir faktör haline geldi. Yemek yeme alışkanlıklarımızın bir sanat mı, bir keyif mi, yoksa bir trend mi olduğu, büyük ölçüde bu etkilerle şekilleniyor.

Duygusal Yiyicilik: Duygusal Açlık ve Yeme Alışkanlıkları

Yemek yeme alışkanlıklarının bir diğer boyutu ise duygusal yönüdür. Duygusal yiyicilik, kişinin stres, üzüntü, yalnızlık veya can sıkıntısı gibi olumsuz duygularla başa çıkmak için yemek yemeyi tercih ettiği bir davranış biçimidir. Burada bahsettiğimiz şey, fiziksel açlık değil; tamamen duygusal açlık. Ve maalesef bu durum, genellikle sağlıksız yiyecek tüketimine yol açar.

Bir düşünün, bu tür davranışlar hayatınızın hangi dönemlerinde ortaya çıktı? Belki aşağıdaki örneklerden biri size tanıdık gelebilir:

  • İş yerinde zor bir gün geçiren biri, akşam eve döndüğünde kendini rahatlatmak için bir kutu dondurma yer.
  • Yoğun stresle boğuşan veya mobbinge uğrayan bir çalışan, ilk molasında soluğu sigara ve kahve ikilisinde alır.
  • Sosyal izolasyon hissi yaşayan bir kişi, bu boşluğu doldurmak için sürekli abur cubura yönelir.
  • Moral bozukluğu veya depresyon yaşayan bir birey, hamburger ve patates kızartması gibi yüksek kalorili yiyeceklerle kendini “ödüllendirir.”

Duygusal yiyicilik, kısa vadede bir rahatlama hissi sağlasa da, uzun vadede ciddi sorunlara yol açabilir. Obezite, düşük özsaygı ve depresyon, bu tür alışkanlıkların en yaygın sonuçları arasında yer alır. Kısacası, dondurma veya hamburger geçici bir çözüm olabilir; ancak duygusal yüklerinizi kalıcı olarak hafifletmez.

Duygusal yiyiciliğin daha da karmaşık hale gelmesinin bir sebebi de, bu davranışın çoğu zaman farkında olmadan gerçekleşmesidir. Stresli bir günün sonunda “hak edilmiş bir ödül” gibi görünen bir yiyecek, aslında kendinizi daha kötü hissetmenize neden olabilir. Bu döngüyü kırmak, hem duygusal hem de fiziksel sağlığınızı korumak için büyük bir adım olabilir.

Sosyal Medya ve “Çoğunluğun Doğruluğu” Yanılgısı

Günümüzde, elinizde hala eski bir Nokia 3310 yoksa, internete erişiminiz vardır ve az çok bilgiye ulaşmanız kolaydır. Hatta ilgilenmeseniz bile, mutlaka bir yerlerden kulağınıza çalınan bir kavram var: “çoğunluğun doğruluğu.” Bu kavramın doğru mu, yanlış mı olduğunu burada tartışmayacağım; çünkü bu oldukça geniş ve felsefi bir konu. Ancak tartışmasız bir gerçek var: Sosyal medya, yemek yeme alışkanlıklarımızı ve tercihlerimizi etkileyen en güçlü araçlardan biri haline geldi.

Son dönemdeki Dubai çikolatası furyası, bu durumun canlı bir örneği. Instagram ve TikTok gibi platformlarda paylaşılan yiyecek trendleri, popüler restoranlar ve influencer içerikleri, bireylerin damak zevklerini kendi ihtiyaçlarından uzaklaştırabiliyor. Örneğin, “viral” hale gelen bir milkshake, çikolata, sarımsaklı ekmek ya da popüler bir kahvaltı mekanı, lezzet açısından herkesin beklentilerini karşılamayabilir. Çünkü unutmayalım, herkesin damak zevki farklıdır.

Ancak sosyal medya kullanıcıları arasında hızla yayılan “kaçırma korkusu” (FOMO), bireyleri bu mekanlara yönelmeye teşvik eder. Birçok kişi, arkadaşını, sevgilisini ya da flörtünü alıp, 36 ay kredi taksidiyle aldığı telefonuyla “o mekana” gider ve sosyal medyada bunu paylaşır. Bu durum, “çoğunluğun doğruluğu” yanılgısını güçlendirir. İnsanlar, bir şeyin popüler olmasının onun kaliteli olduğu anlamına geldiğini varsayar.

Ne yazık ki, bu varsayım genellikle hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Sosyal medya trendlerine kapılarak yapılan tercihler, bireylerin kendi zevklerinden ve damak tatlarından uzaklaşmasına neden olur. Dahası, yemek yalnızca bir ihtiyaçtan ibaret olmaktan çıkar; sosyal statüyü ifade eden bir sembole dönüşür. Yemek, “ben buradaydım” demenin bir yolu haline gelir ve bu süreçte yemeğin gerçek anlamı kaybolur.

Çözüm Yolları: Terapi ve Farkındalık

Duygusal yiyicilik ve sosyal medya etkisiyle başa çıkmanın en etkili yollarından biri farkındalık geliştirmektir. Bu farkındalığın birinci adımı, davranışlarımızın ardındaki duygusal tetikleyicileri tanımaktır. İşte burada, özellikle bilişsel davranışçı terapi (BDT) ve şema terapi devreye girer. Bu terapi yöntemleri, bireylerin duygusal tetikleyicilerini anlamalarına ve bu tetikleyicilerle sağlıklı başa çıkma mekanizmaları geliştirmelerine yardımcı olur.

Ancak sadece terapiyle sınırlı kalmayıp, günlük yaşamda da eleştirel bir bakış açısını benimsemek büyük önem taşır. Sosyal medyada karşımıza çıkan trendleri sorgulamak, bu trendlerin bizim için gerçekten anlamlı olup olmadığını değerlendirmek, bireylerin kendi ihtiyaçlarını daha iyi anlamalarını sağlar. “Herkes gidiyor, ben de gitmeliyim” fikrinden uzaklaşarak, “Benim gerçekten neye ihtiyacım var?” sorusunu sormak, bu farkındalık yolculuğunun kilit noktasıdır.

Bireylerin sosyal medya tarafından dayatılan yemek kültürüne kapılmadan, kendi damak zevklerini ve yeme alışkanlıklarını keşfetmeleri oldukça önemlidir. Unutmayın, yemek yalnızca bir ihtiyaç değil; aynı zamanda bir keyif, bir kültür ve bir deneyimdir.

Eğer hayattan keyif almak istiyorsanız, bu farkındalıklara ulaşmaya çalışmak, kendinize değer vermek ve değer katmak için çaba harcamalısınız. Telefon ve tableti bir kenara bırakıp (ve tabi mümkünse poponuzu kaldırıp), dışarıda bir yürüyüş yapmak bile bu sürecin başlangıcı için harika bir adımdır. Bu küçük değişiklikler, yalnızca yemekle olan ilişkinizi değil, genel yaşam kalitenizi de olumlu yönde etkileyebilir.

Sonuç: Hayatın Lezzetini Çıkarın

Yemek yeme alışkanlıklarımız, yalnızca bireysel tercihlerimizin değil; aynı zamanda toplumsal eğilimlerin ve duygusal tetikleyicilerin bir yansımasıdır. Bu nedenle, yemeğe olan yaklaşımımızın bizi ele geçirmesine izin vermemeliyiz. Yemek yeme davranışını, bir sosyal onay aracı ya da duygusal bir kaçış yöntemi olarak görmek yerine, bir kültürel zenginlik, bir keyif ve bir deneyim olarak değerlendirmeliyiz.

Burada asıl önemli olan, yemekle olan ilişkinizi sorgulamaktır: Gerçekten aç mısınız, yoksa sevgisizliğinizi mi bastırıyorsunuz? Hayatta gerçekten neyin peşindesiniz? Lezzetli bir şekilde fiziksel açlığınızı gidermek mi, yoksa duygusal boşluklarınızı doldurmaya çalışmak mı?

Cevap ne olursa olsun, farkındalık her şeyin başlangıcıdır. Yemek, yalnızca bir ihtiyaç değil; aynı zamanda hayatın lezzetini çıkarmanın bir yoludur. Ama bu yolculuk, kendinizi tanımaktan ve ihtiyaçlarınızı doğru anlamaktan geçer. O yüzden, hem damak zevkinize hem de ruhunuza iyi gelen seçimler yapmaya çalışın.

Kaynakça

  1. Ng, Christina C. ve Davis, Sarah S. (2013). Emotional Eating: A Review of the Literature. Clinical Psychology Review.
    • Duygusal yiyiciliğin nedenleri ve etkileri üzerine kapsamlı bir inceleme.
  2. Adam, Tanja C. ve Epel, Elissa S. (2007). The Role of Stress in Eating Behavior and Food Cravings. Appetite.
    • Stresin yeme alışkanlıkları üzerindeki etkilerini ele alan bilimsel bir çalışma.
  3. Symons, Michael. (2004). Gourmet or Gourmand? Understanding the Distinction. Gastronomica: The Journal of Critical Food Studies.
    • Gurme ve gurman kavramlarının kökenleri ve aralarındaki farkları tartışan bir makale.
  4. Daubenmier, Jennifer S. ve ark. (2016). Mindful Eating as a Treatment for Binge Eating Disorder: A Systematic Review. Journal of Eating Disorders.
    • Tıkınırcasına yeme bozukluğuna karşı farkındalık temelli yeme yöntemlerinin etkisini değerlendiren sistematik bir inceleme.
  5. Milor, Vedat. (2020). Hesap Lütfen.

• • Yemek kültürü ve gastronomi üzerine mizahi bir üslupla yazılmış, düşündürücü bir kitap.